28 Şubat 2013

Hepsi O Kadar...

Hepsi O Kadar

Gidilir gelinir.
Belki sağsalim dönülür, hepsi o kadar.
Günler geceler çabuk geçer.
Çabuk geçmez şaşkın bir çocuğun hüznü
Vapurlar, arabalar, karlar çabuk geçer.
Ayrılık da özlem de herşey...
Herşey çabuk geçer
Ve birden gün ağarır.
Hepsi o kadar.
Gidilir herhalde gelinir.
Bütün gün denize bakmak kadar.
Belki ayvalar çürür.
Birşeyler kurur, atılır.
Nedir ki uzakta olmak
Ardahan´da boş duran bir ev
Hiçbir zaman suyu olmayacak bir kuyu
Unutulur, kalır. Hepsi o kadar.
O kadar anlayabilmek
O kadar acemi
O kadar toy
O kadar ilk
O kadar yeni
Ey uğursuz yolculuklar
Ey yıldızsız samanyolu
Bir daha hiç olmayacaksınız.
Çünkü yarım ve yaralı kalan
Bir akşam, yemin etmiyorum ama
En az günlerce, günlerce kanar.
Gidilir, gelinse de gidildiği gibi değildir.
Hepsi o kadar. 


Süreyya Berfe

25 Şubat 2013

Yeni Dünya 20: San Francisco; Bir İstanbul Değil

Şöyle diyorsunuz gidince; İstanbul'a benziyor. Ama ne yalan söyleyeyim, bir İstanbul değil. Evet, Pasifik Okyanusu'nun mavisine rağmen, neredeyse her tarafı suyla çevrili bir yarım ada olmasına, o modernliğe, o düzenliliğe, o yeşilliğe rağmen İstanbul'un güzelliği yoktu. Fakat golden gate köprüsü, balıkçılarla dolu limanı, yokuş yukarı sokakları, dik yokuşları tıngır mıngır çıkan tramvayları ile elbet güzel bir kent San Francisco.
Gecenin bir yarısı vardık şehre. Gezmek için iki tam günümüz vardı. Maalesef ikinci gün çok yağmur yağdı. Aralık ayının sonunda normal olsa da biz yumuşak California iklimine bozulduk biraz.
Sonra, ne diyeyim gezdik işte. Nedense çok bir şey yokmuş gibi şehre dair anlatacağım. Resimler derseniz çok çekememişim. Şehir merkezini dolaştık, koca koca binalar. geniş caddeler, güzel kafeler filan... Yok yok bu kadar değil tabii, bir kere dünyanın en uzun ağaçları burada. Muir Ormanları, Sekoya denilen bölgeye özgü bir ağaç türü ile kaplı ve dünyanın en uzun ağaçları kabul ediliyor. Redwood milli parkı olarak da geçen bu bölge de, en uzun ve en yaşlı ağaçlar bulunuyor. 115 metre olarak ölçülmüş en uzunu. İstanbul Boğaz köprüsünün iki katı yüksekliğinde yani. Şimdi anladınız değil mi, ne kadar uzun!
Benim gibi ağaç sever için harika bir yerdi, fakat Andressa çok çok eğlendi diyemiyorum.  O şehir kızıdır. Çok fazla güzel resim aladıma tabii telefonla. Ancak aşağıdaki gibi işte...

buyulugerceklik.com

Ormana gelmek için golden gate köprüsünden geçmeniz gerekiyor. O da güzeldi. Buradan bakınca İstanbul diye kandırabileceğiniz bir manzara değil mi?

buyulugerceklik.com

Bu da arkadaşımızın ailesinin bizim için yeni yıl yemeği sofrası. İlgili, sıcak, harika misafirperver insanlardı. Bir yıl kadar sonra annesi damar tıkanıklığı rahatsızlığı geçirdi, şimdi şimdi iyi ama bir süre sol tarafı tutmadı, çok üzüldük...
Daha iyi olacak inşallah.

buyulugerceklik.com

Şehir merkezinin sokaklarından biri.

buyulugerceklik.com

Gördüğünüz gibi Çinliler her yerde... San Francisco' da ünlü bir Çin mahallesi de var, fakat biz bizim Çinlilerden yeterince kültür edindiğimiz için gitmedik. Fakat siz gidin, her bir gezi sitesi tavsiye ediyor orayı, ilginçmiş..

buyulugerceklik.com

Eh, tabi San Francisco deyince Alcatzar adası ve adını aldığı hapishanesinden bahsetmemek olur mu, olmaz.  İşte aşağıda gördüğünüz ada üzerine kurulu bir hapishane. Her yerde biblolaları, mahkum kıyafet tişörtleri var, tarihini çok bilmiyorum. Ünlü ganster Al Capone'da burada kalmış filan, ne önemi varsa... Çokça filme konu olduğunu, Steve Macquin'in hatta ünlü Kelebek filminin de oradan hikayeleştirildiğini hatırlıyorum, yanılıyor da olabilirim. Eskiden ne kadar kötüydü, neydi bilmiyorum,botlarla turistik turlar düzenleniyor, biz gitmedik.
Diyorum ya, bize orada bulunmak, sokaklarında gezmek, birbirimizle sohbet etmek yetiyordu.
Bir Akdeniz lokantasına gittik. Kebap yedik çok kötüydü. Bir İrlanda barına girdik, gürültülü, koyu sohbetler vardı her köşede. İki bey yanımıza gelip size katılabilir miyiz dedi, hayır biz böyle iyiyiz dedik, gülümseyip gittiler. Biz de biraz daha takılıp çıktık. Erkenden eve gidip sabah yola çıktık...

buyulugerceklik.com

Dönüşümüz hafif maceralı oldu. Sevgili arkadaşım çantasını evde unutmuş. Biz bunu, o iki üç saat ehliyetsiz ve pasaportsuz araba kullandıktan sonra fark ettik. Allahtan önce biz fark ettik. Mola için durduğumuzda. Yolun ondan sonra 4-5 saatini-bilmek, böyle kötü bir şey işte- ben kullandım. Biraz yorucu oldu ama oldu. Sonra çantayı kargo ile arkadaştan istedik, halloldu gitti...

2012, Aralık

Gülümse...



Gülümse Dünya ! Eğer hala gülümseyebiliyorsan... Yok, sen yine de vazgeçme ! İnsanoğlunun "Tanrılarına" inat, efendilerine inat; güce, paraya, kazanmaya, yalana, ihanate, ötekileşene, parlaklığına ve güzelliğine tapana inat, sen yine de gülümse... Dünyayı güzellik kurtarmayacak ama çirkinlikte yok etmeyecek. Dünya nasıl var olduysa öyle yok olacak. İnsan, O'nu yok edecek kadar güçlü olabildiğinde önce kendini yok edecek...

21 Şubat 2013

Yeni Dünya 19: Daha Pahalısı Yok

Beverly Hills'de bir sokak. 
Beverly Hills, Los Angeles yakınlarında küçük bir şehir. Yalnız paha da büyük, darada küçük olan cinsten. Hollywood tepesine ve caddesine yakın. Şimdilerde kalabalıktan bunalmış taşınıyorlarmış ama eskiden pek çok sinema yıldızının oturduğu bölgeymiş.

Öyle dolandık biz de sokaklarında. O ünlü holywood yazısı taa dağın tepesinde bir yer. Bizim orman müdürlüğünün dağlara yazdığı yazıların bir çeşidi işte, daha başka bir şey değil. Metal levhalardan harflerle şehrin güneyine bakar şekilde yerleştirilmiş. Çok iyi bir açı yakalayamadık biz, Mulholand dr. yolundan biraz daha iyi görünebiliyordu fakat o gün de hava kapalıydı.

Benim, Balkanlar ve Rusya hariç yurt dışında ilk dikkatimi çeken sokakların ne kadar tenha olduğudur. Merkezleri, popüler çarşı pazarları kastetmiyorum, oturum yerleri, yaşam alanları hep alışılmışın dışında tenha görünmüştür bana. Biz ya çok kalabalığız -gerçi İstanbul'da yaşadıktan sonra bu yanlış bir soru oluyor-, ya da çok dışarıda vakit geçiren bir milletiz demeden edemiyordum. Los Angeles'ın bu bölgesi de hepsinden sakin ve sessizdi. Sadece büyük, bahçeli, yüksek ağaçlı ve duvarlı evler. Temizliğine hayran kalmamak elde değildi. Düzenli kaldırımlar, her şey az önce yapılmış gibi gıcır gıcır lambalar, ışıklar. Bir sokak kafeler, restoranlar, bir sokak ünlü giyim markaları vesaire. Yanımızda ki arkadaşlardan biri orada daha önce yemek yediğini fiyatların makul olduğunu söyledi. Neredeyse dünyanın en pahalı yerinde hiç inandırıcı değildi ama bizi ikna etti. Üstünü sen ödersin dedik, girdik. Zincir lokantalardan biriydi, her yerde fiyatları aynı oluyormuş. Şaşırdık biz de ama öyleydi.


Taksileri renk renk. Her bölgenin kendine has taksisi ve rengi var diyebiliriz. Yani özel taksi şirketleri var. Kendilerine göre ünleri, güvenirlilikleri, araba çeşitlilikleri vesaire var. Maviler Beverly Hills'in taksileri işte.


O kadar değişik araba gördüm ki. Büyük jipler, yere neredeyse yapışık modeller. Çok anlamıyorum, çok da heveslisi değilimdir ama bunları görünce yine de bakıyordum. Yukarıdakinin resmini çekmeye çalışırken şoför fark etti ve trafik ışıkları  yanmasına rağmen çekmemi bekledi, gitmedi. Ben kafama bir şey yemediğime şükrediyordum halbuki. Buralarda resim çekmek sorun olabiliyor, e haklılar tabii. Hele de biz gibi özel mülkiyetler arasında dolaşıp insanların evlerinin arabalarının fotoğrafını çekmeye çalışıyorsak, suçlu bile olabilirdik. Fark eder etmez, hey ne yapıyorsunuz, beni çekmeyin, deyiveriyorlar.  Ayıp olduğunu bilsemde evlere bakıp"fakat kuzum siz de bu kadar güzel olmasaydınız," diyesim gelmiyor değildi. 


Evlere değilde bahçelerine bittim. Evler o kadar sessiz ve yalnız görünüyorlardı ki, ruhsuz, beni hiç çekmiyorlardı. Kuru binalar gibiydiler. Lakin o bahçeler... O çimenler; gel uyuyalım tatlım, çay benden kitap senden oku da dinleyeyim, deyip durdular sanki sürekli.


19 Şubat 2013

Aşkla...



Yazıyordum, yazıyordum da durdum sonra... Bu ses, bu müzik öldürüyor beni... Flamenkoyu yaratanların tüm acısını, öfkesini ve hüznünü sesinde biriktirmiş, üstünüze kusuyor sanki. En azından benim öyle. İspanya'da yaşayan çingenelerin dışlanmışlıklarını, yoksulluklarını film gibi izliyorum... Gece başlamıştır , soğuktur karanlıktır. Uzak kentin ışıkları yıldızlar gibi ötededir, ötekidir. Çocuklar uyumuştur, çadırlardan kesik, kısık öksürükler, onlara karşılık köpek havlamaları. Erkekler söndü sönecek ateşin başında sessiz, elleri soğuk. Kadınlar dalgın, gözleri saçları kadar siyah, tenleri  eteşte beyazdan sarıya döner durur. Birisi keser konuşmayı, çadıra dayalı gitarı alır, parmaklarını ısıtmak için en iyi yoldur tellere hızlı hızlı dokunmak, ısınıncaya kadar. Ve kadınlar,  şallarına iyice sarılmış kadınlar, önce şallarını iyice omuzlarına dolar, sonra ellerini birbirlerine vurmaya başlarlar, avuçlarını ortalayarak. Sonra ayaklar, yavaştan hızlıya hareketlenir...Orta yaşlı olanlardan; henüz torun görmemiş, hikayelerini biriktirmiş ama dökmemiş biri, sevdiklerinden ölenler olmuş ama henüz en sevdiği ölmemiş biri, kocası aşkı değil ama yine de elini ısıtan biri, bunun gibi bir şarkı söylemeye başlar... Aşkla söylemeye başlar, ne yarının aynı soğuk gecesi vardır sesinde, ne dünün bitmemiş bezginliği. O an şarkı söylenmektedir ve insan anda yaptığını aşkla yapıyorsa olan şey oluyordur, olmuştur...Estralla Morenta "Nana Yerma"

Bu kaydı izleyebilenler ne demek istediğimi daha iyi ve flamenkonun kırmızı puantiyeli eteğini savurarak gülümseyerek dans eden güzel kalçalı kadın olmadığını anlayacaklardır...

18 Şubat 2013

Yeni Dünya 18: Yedinci Sanatın İni

Holywood bulvarından
Hollywood... Şaşırmıyorum diyorum ya Amerika'ya, tek müsebbihi yedinci sanat işte. Nasıl işlemiş hayatımıza bilemezsiniz. Öyle aşinayım ki kültüre, öyle evimizin içindeymiş ki Amerikan kültürü, gördüğüm her şeyi ilk defa görüyordum, yine de yıllardır tanışıktım. Dünyanın en ünlü plajları; Malibu, Venice, Santa Monica, New Port -aklınıza gelen birçok aktörün yatları burada demirli- Long Beach... Gördükçe ya Miami Vice dizisi geliyordu aklıma, ya da gençlik filmlerden biri işte. Şaşırmamak beni üzüyordu bir yandan. Heyacanlandırmasını bekliyordum çünkü. Cam ekrandan gördüğüm pek çok şeyi canlı görmem öyle yapmalı oysa; heyacanlandırmalı, fakat alışkanlığın trajedisi bu işte. Mekânların filmlerdeki gibi olmasını beklemezsiniz genelde, hatta nasıl olsun ki bile diyebilirsiniz, netice de biri sahnedir biri gerçek. Fakat burada Los Angeles'ta öyle. Binalar, sokaklar, insanların hareketleri, davranışları her şey ekrandaki gibi sanki. Kızmıyorum kendimize. Kültür geçişlerinin medya sayesinde ne kadar güçlü olduğunu, yapacak bir şey olmadığını düşünüyorum, tabii kendinizi tamamen kapatmazsanız. Kuzey Kore gibi, eski Sovyetler 
TCL Çin Tiyatro binası
Birliği gibi. Çin'de yeni yeni açılıyor mesela, o nedenle okuldaki Çinli arkadaşlar bizden daha çok şaşkındı. Hele medya; sabah kadın programlarımız, yemek programlarımız, yarışmalar zaten kopya, buradaki Çarkıfelekteki sunucu bile Mehmet Ali Erbil gibi. Ya da tersi, bilemedim şimdi. Hele hele haber programları, sunuş tarzları, ses tonları, spikerlerin birbirine bakarak yorum almaları, sokaktaki spikere bağlanmalar, tekrar geri dönüşler, yeni dünyada olduğuma dair hiç bir iz bırakmıyordu bende. Yaratıcılık zannettiğim bir çok medya uygulamasının çok uzun zamandır var olduğunu görmek asıl şaşırtıyordu beni. 

Hollywood bulvarı; bizim Yeşilçam dediğimiz sokaklar gibi. Daha şaşalı, hayalinizdeki parıltılı dünyayı bekliyorsunuz belki de ama değil. Ben Yeşilçam'ı ilk gördüğümde de Hollywood'u gördüğümdeki duyguyu hissetmiştim. Kirli sokaklar, gece klupleri, sabahçı kafeleri, dövmeciler, hediyelikçiler, Hollywood diye bağıran istismarcılar, afişçiler, eski filmciler, ve figuranlar. Beyoğlu gelmiyor mu aklınıza... Burası Hollywood işte, rüyaların gerçeğe dönüştüğü yer. Böyle deniyordu Pretty Woman filminin başında. Pembe bina Pretty Woman filminde Julia Roberts'ın önünde beklediği kafe, şimdi, ister inan ister inanma isimli bir popkültür müzesi. Asıl sinema şirketleri tepelerde, oyuncular, yönetmenler her biri tepelerde. Onların çekebildiğim resimlerini Beverly Hills, bölümünde ekleyeceğim. 

Şimdi müze, Pretty Woman filminde bir sahnede kafe.
Uzun bir yol Hollywood bulvarı. Beverly Hills bulvarı ile kesişiyor ilerde bir yerde. Dolby Tiyatosu denilen ve Oscar törenlerinin olduğu daha merkezi yer aynı zamanda o ünlü yıldızların olduğu cadde. Sıradan, kaldırıma çakılmış yıldızlar işte. Böyle insanlar bütün gün üzerinden gelip geçiyor. 


Üzerlerinde yıldızların ismi kazılı. İlk çakıldığında her oyuncu geliyor kendi yıldızını yerleştiriyor felan vesaire. Başka da bir özelliği yok. İlk 1956'da başlamış bir popkültür uygulaması. Bir de aşağıdaki gibi lini ayağını çimentoya yapıştıranlar var işte. Ondan gayrısı, dükkanlar, hediyelik eşyacılar, hamburgerciler, kafeler, otoparklar. Şık yerler değil ama, gayet salaş, gayet sıradan. O kırmızı halı organizasyonun bu caddede yapıldığına hayatta inanmazsınız. Sonra, sonra işe Beverly Hills denen en pahalı markaların, arabaların, evlerin birbiri ile yarıştığı bölgeye geliyorsunuz.

Bu gezi Nisan ayının başlarındaydı. Nerdeyse 5 aydır çok istememe rağmen bir saatlik yoldan buraya gelememiştim. Kimsenin ilgisini çekmiyordu nedense. Hele Şubat ayında, şuracıkta oyuncular caddede yürüyordu, Oscar ödül törenleri vardı ve ben bir saat uzaklıkta yurtta ders çalışıyordum. Sonradan niye o gece tahminim kadar heyacanlanmadığımı düşünmüştüm; orada yaşıyor olduğuma alışmıştım ve yaşayan diğerleri gibi, sıradan insanların her sene olan sıradan bir  olayı olduğunu kabul etmiştim. 


Hollywood bulvarı bir parça hayal kırıklığı olmakla birlikte güzeldi. Sonuçta bana yalan söylememişti, kendini değil başka, hiç anlatmamıştı, onu muhteşem, parıltılı ve başka hayal eden bendim, kırıklık olmaması gerekirdi. 
Buraya yabancı öğrencileri en çeken şey dövmecilerdi. Dediklerine göre Los Angeles'ın en iyi dövmecileri buradaymış. Eh bizim Andressa'da kaçırır mı, yaptırdı tabii bir tane. Hem de ilk dövmesini. Ben yaptırmadım. Bir Çinli Amerikan bayrağı yaptırdı. Kapitalizmin Mao'yu böyle yeniyordu. Ütelik takma adı Marlen (Marks-Lenin) olan bir Çinli'ydi. Sokakta onlarca film karakteri rolüne girmiş insan vardı, onlarla fotoğraf çektirip para veriyordunuz. En çok kim mi vardı, tabii hollywood'un en güzel kadını... 

17 Şubat 2013

Ölmüş...

"Babam ölmüş"
"Ölmüş mü gerçekten ?"
"Ölmüş..."
"Öldü mü yani şimdi?"
"Öldü..."

Hakikat; ona ulaşmak için ödediğimiz "bedeldir"... Başladığımız yere döndüğümüzde tamamladığımız "çemberdir"...



14 Şubat 2013

Yeni Dünya 17: Kırmızı Köprülü Şehre Doğru

2012 kışının Aralık ayıydı. Ülkenin en uzun dini ve resmi bayramı olan Noel gelmişti; iki iş günü. Evet, bu uzun bir tatil. Resmi olarak iki gündü ama o hafta para kazanmak yavaşlamış harcamak hızlanmıştı diyebiliriz.

Herkes yeni yıl tatili planları yapmıştı. Bizim Andressa'da NewYork'a mı gitsek, Boston'a mı baksak diyerek her gün yeni bir fikirle geliyordu. O olmasa kasabadan dışarı çıkarmıydım bilmiyorum, en azından dört beş ay kampüs içinde otları ezberler hiçte şikayet etmezdim sanırım. Öyle hevesle ve şirinlikle gelirdi ki, bakalımla başlardım e iyi peki şöyle gidebiliriz aslında ile kapatırdık konuyu. NewYork karışık, Boston soğuk diyerek San Francisco'da karar kıldık. Ayrıca orada benim Türkiye'den tanıdığım bir Amerikalı vardı, onların evinde kalacaktık, daha ne olsundu. Yalnız tanıdığıma bakın; Türkiye'de gittiğim İngilizce kursundaki Amerikalı öğretmenin San Francisco'daki evi. Sen Amerika'ya git, o da orada olsun ve git evinde kal. Şimdi Stanford'da doktora eğitimi alıyor. Orada da öğrencisi olurum belki, kimbilir? Hiç gülmeyin, olur mu öyle şey, diyeceğim çok şey gördüm ben ahir ömrümde...

Sekiz dokuz saatlik yol. Otobüsle gidelim dedik, koca gün gidiyor ve saatleri uymuyor. On sekiz yaşına basan kedilerin dahi arabası var, kara toplu taşımacılığı neredeyse hiç gelişmemiş. Uçak desek pahalı geldi. Öyle mi böyle mi derken, araba kiralayıp iki kişi kullana kullana gitmeye karar verdik. İki kadın sekiz saatlik yolu tek başına aabayla?! Üstelik pasifik okyanusunu kıyın kıyın geçerek, amanın nasıl derken, ay öyle güzel oldu ki... Hele arabamız keyfimize kaymak oldu. İşte şu gördüğünüz minik böcek.
Sabah Andressa başladı. Ben yol tarifi yapıyorum telefonun navigasyonundan. Bir kaç kez yanlış otoban çıkışlarından çıkardım, geri döndürdüm ama, on dakikalık kayıpla 5 nolu otobana girmeyi başardık. Az biraz surat astı tabii. E diyorum; biliyorsun bu navi şeysini hep karıştırıyorum ben. Oysa yol tabelalerı vesaire de çok düzgün. Elinizde eski usul harita da yeterli olur, kasabadan doğru otobanı bulmak az biraz sıkıntı ama en olmayacak şey birilerine sormak. Sorun mesela, abi San Francisco otobanına nasıl gireriz, diyeceği, 'google la lütfen bilmiyorum. Sahiden de bilmiyor. Düz yola girince aldım ben. Daha doğrusu Andressa uykumun açıldığından emin olunca verdi. Sonrası oturup etrafına bakmak kadar kolaydı. L.A. merkeze gelmeden 5 nolu kuzey otobanına girin, hiç bırakmayın, Yol ayrımında 580 nolu otobana geçin. Köprüyü geçmeden son sağa sapın, işte oralarda bir yerde benim arkadaşın evi. Hemen hemen bu kadar basit.

Hız sınırları önemliydi. Hem ceza yiyerek durup zaman kaybetmek hem de başımız derde girsin istemedik haliyle, dikkatli dikkatli gittik. 70,80 gibi hız sınırı tabelaları görüyorduk, bizde 65'lerı geçmemeye çalışıyorduk. Yalnız bir tuhaflık vardı. 65 ile gidiyorduk gitmesine de, nasıl uçuyordu araba... Yanımdakiler bazen geride kalıyor bazen vııın diye geçiveriyorlardı. Hız algım körelmiş herhalde, ya da yollar ve araba o kadar iyi ki, daha bir hızlı hissediyorum, olsa gerek diyordum kendi kendime. Bir iki saat gittim böyle. Andressa uyuyordu. Uyusundu canım benim. Sabah benden kırk-otuz dk önce uyanmış, sırf ben biraz daha uyuyayım diye her şeyi hazırlamış, anca kendi giyinmem kalacak şekilde kaldırmıştı beni. Bir ara, hız sınırını aşmıyorsun değil mi, diyerek kaldırdı kafasını. Gülerek, ay aşmıyorum ama hiç 60, 70, ile gidiyor gibi değiliz, bu nasıl bir şey anlamadım, dedim. Ya Azize ya, dedi. Aynen böyle dedi. Arada Portekizce bir şeyler de dedi, anlamadım. Kötü bir şey dediğini sanmıyorum, gülmeyin. Kaç aydır şuradasın halen alışamadın, ne kilometresi, mil bunlar mil. Şu an yaklaşık 120 km ile felan gidiyorsun, dedi, 80'ni gösteren ibreye parmağını dikerek. Ay hayatımda ilk defa 120,130 kilometreye çıktığıma mı sevinsem, salaklığıma mı gülsem kalakaldım bir an. Andressa mahmurluğuna döndü, ben biraz ayağımı frenden çektim.

Bilmeden daha cesur oluyor insan, hemen ayağımı çektim biraz gazdan... İki tır şoförü bana selam çaktı. Biri "nice car meeem- güzel araba", diye bağırdı camdan. Bildiğin dövmeli pazulu Meksikalı'ya benzeyen Amerikalı'lardandı. Gözümü yoldan ayırmadım, tırların peşine takılıp ilk mola yerinde de durdum. Neme lazım uzaklaşsın onlar...

Yedi sekiz saat sürmedi. On saati mola ile ama dert değildi. Önemli olan yolda olmaktı. Akşam sekiz gibi arkadaşım bizi bir benzicide karşıladı. Telefonların şarjı bitmek üzereydi, benzin bitmek üzereydi ve navigasyona rağmen sokakları karıştırdık. Geldi, benzin almakta yardım etti. -En sevmediğim işti araba kiralama sürecinde, kendin alıyorsun ve biz o aletleri kullanmayı bir türlü tam yapamıyoruz, benzin akıyor, panikliyoruz vesaire.
Annesi ve babası bizi bekliyordu. Bembeyaz saçlı, uzun boylu bir kadın, bu kutsal günde tanrı misafirisiniz, hoş geldiniz, dedi. Padraic'le iki günlük şehir gezi planının üzerinden geçip, uyuduk...

Aralık 2012,

11 Şubat 2013

Yeni Dünya 16: Paranın ve Işığın Kenti

Los Angeles'tan Las Vegas'a giderken
2013 kışının Ocak ayıydı. Şu, yanda gördüğünüz düzden öte düz yolu biz gece gittik. Direksiyonun iki yanına yastık koysanız kaza yapma ihtimalinizin daha az olacağı bir yol. Yoksa gözünüz mutlaka yoruluyor aynı noktaya bakmaktan. La Verne kar yağmaz, soğuk olmaz bir memleket. California eyaleti tamamen öyle. Nevada ise çöl bir memleket. Nasıl, sınır olup ta bu kadar farklılaşıyorlar, şaşıyordu insan. Çöllerin kış gecelerinde ne kadar soğuk olacağını nasıl söylerlerse söylesinler böylesini tahmin edemezdim. Üç saat yirmi dakikalık yolda bir kere mola verdik. Arabadan restorana girene kadar ayak parmaklarım donmak üzereydi, öyle tarif edeyim. Soğuk olduğunu söylemişlerdi söylemesine de,  biz La Verne'nin iklimine alışık olduğumuzdan bu kadarını tahmin etmiyorduk, o nedenle de biraz hazırlıksızdık. Otelin otoparkına girene kadar kafamızı uzatmadık arabadan. Otele girdik, biraz daha üstüste bir şey giyip, gece yarısını geçmiş olmasına rağmen şehri dolaşmaya çıktık. Gece yaşayıp gündüz uyuyan bir kentti ne de olsa. 
Las Vegas kent merkezi.
Yüzde sekseni asimile olmuş Amerikan yerlilerinden kalan azınlığın küçük bir kısmı idiler onlar: Las Vegas yerlileri ya da çalışanları... Bir zamanlar kızılderililerin, şimdilerde 'native american' yani Amerikan'nın yerlileri denilen, kıtanın ilk sahiplerinin kurduğu bu çöl şehrini tanımlayacak iki kelime vardı: ışık ve para. Yanda gördüğünüz özgürlük heykeli ya da aşağıda gördüğünüz piramitlerin orjinali bu şehirde değil. Her bir ünlü binanın burada bir kopyası var. Aradığınız her şey burada mı, yoksa ihtiyacınız olan tek şey para bunlara ulaşmak için, o da burada mı demek istiyorlardı bilmiyorum, ama şehir bunlardan oluşuyordu. Çölün ortasında gündüzleri sessiz, geceleri ışıktan gözlerinizin kamaştığı bir şehir. Yerlilerin kurduğu, beyazların para harcamaya geldiği ışıklardan oluşan Nevada çölünün ortasında bir kent. Oteller ve oteller var. Yirmi dört saat açık kumarhaneler, barlar, gece klupleri, dünyanın en ünlü markalarının alış veriş noktaları. Amerika buraya tabir-i caizse çılgınca eğlenmeye geliyor. Hediyelik eşyalarda, tişörtlerde, onda bunda yazan şöyle bir deyimleri var; 'What happens in Las Vegas stay in Las Vegas', Las Vegas'ta her neolursa Las Vegas'ta kalır. Son yıllarda bu deyiş şöyle evrilmiş: 'Las Vegas'ta ne olursa facebook'ta kalır."  Gece yaptığınızın gündüz unutulmasını istediğiniz dönemler, hatırlamak istemediğiniz anlar bırakmak istiyorsanız arkanızda, onları burada yapıyorsunuz. Bu kentin inşa amacı bu belki de...
Las Vegas kent merkezi.
Koloniler, yerli halkın soylarını tüketemeyeceklerini anladıkları ya da tüketmekten vazgeçtikleri yıllardan çok, onlara borçlu olduğunu -yaşamlarını ya da zenginliklerini belki- anladıktan az bir zaman sonra kumarhane bölgelerini onların işletmesine ve diğer eyaletlerin sahip olmadıkları vergi-finansal avantaj haklara sahip olmalarına izin vermişler. Rezervasyon bölgesi denilen yaşadıkları bölgelerde de aynı avantajlar var. Kıtanın hiç bir noktasında bulamayacağınız izin: Kumarhenelerde, gece kluplerinde ve barlarda sigara yasağı yok! Ne yaparsanız yapın ama para harcayın. Kural bu. Otellerde öyle bir giriş-çıkış düzeni var ki yetkililer odalara kim giriyor kim çıkıyor hiç haberdar değil. Örneğin biz altı kişi bir odada kaldık, koltuklarda ve neredeyse yerde yatarak, ama dört kişi parası verdik. Bunu bir amerikalı arkadaşa; 'nasıl bilmiyorlar giren çıkanı, hayret nasıl kontrol etmiyorlar', diyerek sormuştum. 'Çünkü bilmek istemiyorlar, dedi. Önemli olan kumarhanlerde harcayacağınız miktar... Eh, ben de oynadım tabii o kadar yolu gelmişken. Yirmi dolar verip yirmi yedi dolar kazandım o ışıklı şarkılı makinelerden. Çalışmadan kazandığınız para ile kahve içmek keyifliydi ne yalan söyleyeyim...
Bellagio otel, kumarhanelerinden biri.
Belki Tanrı şöyle demiştir içinden; bir gün bu topraklarda beyazlar yerlilere para ödeyecek. Ağaçlarınızın, nehirlerinizin ve bizonlarınızın yerini tutmasa da bir gün beyazlar harcayacak, yerliler kazanacak. Ancak o gün kötü adam olan yerliler, bugünde yine, kumarhane işleten, kaçakçılık yapan, beyazların plazalarında çalışamayan eğitimsizler olarak hala kötü adamlardır ne yazık. Bir gece kaldık. Gece otel otel dolaştık, bir ara bir gece klubüne girik meraktan biraz baktık millete sonra çıktık. En lüksünden en köhnesine ki köhne kelimesi burada yok, istediğiniz otelin barına, kumarhanesine girip çıkabilirsiniz. Kimse, kimsin nereye gidiyorsun demiyor. Biz de tabii, 'ocean eleven' filminin çekildiği  otelden çıkmadık diyebilirim. Çok şahane. Çok renkli. Çok şık. Hani, insanın paradan ve ışıktan başı döner mi derseniz, dönüyormuş. Gündüz de, alış veriş markalarını gezip geldik. 
Bellagio otel, lobi 

Bellagio otel, lobi 

Bellagio otel (ben çekmedim)
Bellagio otel, lobi de bir at:-)
En sevdiğim objelerden biri de bunlardı: Gülden yapılma çinliler. Paralı çinlilere yaranmak için neler yapılmış neler.

Las Vegas, Ocak 2013

09 Şubat 2013

İktidar...



İnsanlık tarihinin özetidir " Taht Oyunları"... M. Gandhi'nin dediği gibi ; " Dünya insanların gereksinimlerini karşılayabilir ama ihtiraslarını asla.”
Ey Tanrı! Merak ediyorum; pişmanmısın "beni" yarattığına... Bana sorarsan değilsin, çünkü ben olmazsam sen de olamayacaktın...

08 Şubat 2013

Yeni Dünya 15: Ürdünlü Frank

Ürdünlü Frank, adından da anlaşıldığı gibi, Ürdünlü. Göçmen bir aileden. Ürdün'de doğmuş. Bütün Suudi Araplar ondan alışveriş yapıyor. Sadece sigara ve sigara ile ilgili ne varsa onu satıyor. Ben de ondan alışveriş yapıyorum. Sanki mahallenin bakkalına gitmişim gibi, ki öyle, laflıyoruz para üstünü beklerken: "Bugün okul nasıldı, yine çok yoruldun mu," diyor o "Çok değil her zamanki gibi," diyorum ben. Para üstünün ne kadar olduğunu açıkça ifade ettikten sonra onaylamamı bekliyor ve kuruş kuruş elime sayıyor paramı. Buna daha alışmadım burada, "Versene kardeşim paramı ben sayarım," demek geliyor, demiyorum. Sakince bekliyorum işlerini yapmalarını. En büyük alışveriş merkezinden en küçük büfeye kadar böyle bu; size para üstünü açıkça söylüyorlar, anladığınızdan emin oluyorlar ve para üstünü tek tek sayarak size veriyorlar. Bazen, düşünen "doğu", gemiyi yöneten "batı" gibi geliyor... Sanki, doğu bir köşede oturan yaşlı bir dede, nereye gideceğini düşünüyor, batı o karmaşık yönlerden birini seçmiş salınan beyaz elbiseli bir kadın, dümeni tutmuş ufka bakıyor. Tuhaf bir yandan, bir yandan değil...


Frank benimle sohbet etmeyi ayrı bir seviyordu. Ha, bir de bana sürekli loto, toto benzeri piyango şeyleri satmaya çalışıyordu. Bir kez aldım, 1 dolar idi sanırım. Birkaç kez İstanbul'da bulunmuş. Nasıl seviyor Araplar İstanbul'u ve Türkiye'yi bir bilseniz. Bu hayranlıklarına şaşırdım doğrusu. Sınıftan Ahmed K., beni her gördüğünde Mavi Mavi türküsünü söyleyip, büyük adam İbrahim Tatlıses diyordu. Frank' de hem Müslüman hem şeriat kuralları ile yönetilmeyen ülkemiz için ne kadar şanslı olduğumu söyleyip duruyordu.

Bildiğim hikayesi bu kadar Frank'in. Sanmayın ki yan taraftaki elmasçı benden daha fazlasını biliyordu. Belki evini görmüştür, belki varsa ailesi ile sohbet etmiştir. Uzaklık... Amerika'yı bir şey yok edecekse, o, budur: İnsanların giderek yalnızlaşması... İnsanların birbirine olan uzaklığı...

Çok az şeye şaşırdım burada... O kadar iyi pazarlamışlar dünyaya kendilerini. Holywood bu işi
yöneten en iyi mekanizma belki... Alışveriş merkezlerinin düzeni tıpatıp aynı. Reklamların tarzı, indirimler, pazarlama tarzları... Biraz daha müşteri odaklılar bize göre, o da şikayetten korktukları için. Mesela bir gün gözlüğümün çerçevesini ayarlatmak için bir gözlükçüye girdim. "Çok gevşedi, ayarı bozuldu, yardımcı olabilir misiniz," dedim. Baktı ciddiyetle "Biz buna dokunamayız," dedi. Aynen böyle dedi, "Dokunamayız." Ben, "Aa, neden, yapamaz mısınız?" dedim. Takım elbiseli, şık, yeni trend gözlüklü, Meksikalı delikanlı, "Hayır, yapabilirim ama biz güneş gözlüğü satıyoruz, sizin gözlüğünüz numaralı, herhangi bir sorun olursa bu işlemi yapmaya yetkimiz olmadığından sorumluluk alamayız," dedi. Hepsini kelime kelime anladım, teyit de ettirdim şaşkınlıkla. Numaralı gözlükçünün yer tarifini alıp çıktım. Numaralı gözlükçü de,"Tabii, hallederiz, yalnız sıkıştırırken herhangi bir sorun olabilir, kabul ediyor musunuz," dedi."Tabii, lütfen, sorun değil," dedim. "Hay Allahım, sen sabır ver," dedim içimden. Var bu konuda olumlu-olumsuz diyeceklerim de, şimdi toparlayamadım, sonra çok yeri gelecektir emin olun. Sanki, vitrini renkli, lezzetli tabaklarla bezeli, arka tarafta her şeyin yanmış kara bir topraktan yetiştiği bir restoran gibi geliyor bu ilişkiler bana. Bir şey var sev(e)mediğim, ya yenemediğim bir ön yargım, ya da affedemediğim büyük bir suçları...

Asıl diyeceğim şaşkınlığımla ilgiliydi; burada ailelerin evlerine öğrenci almaları çok yaygın bir iş alanı. Apartman yok, tek katlı büyük bahçeli evler. Eşyalı, hazır, size ait bir oda. Bazı aileler sizinle sohbet etmeyi, yaşamlarının içine almayı tercih ediyor. Yaşlı çiftler ya da yaşlı yalnızlar hafta sonları ihtiyaçlarınız için seferber olabiliyor. Çevreyi gezdiriyor, alışverişe götürüyor, hatta arabasıyla okula getirip götüren dahi var. Bazıları da tüm kuralları listeleyip uyduğunuzu da sıkıca denetleyeceklerini ısrarla belirterek, girişi binanın başka bir yerinden olan oda anahtarınızı teslim edip yemekten yemeğe görüyor sizi.
Kalabalık cadde. La Verne

Jean, sınıftan güzel gözlü Çinli kız. Evet, güzel gözlü Jean, gözlerine hafif ağrı veren ama enteresan şekilde gözlerini iri ve parlak gösteren bir çeşit lens takıyor. (Japon çizgi filmlerindeki gözlere benziyordu.) Gözlerinin küçük olmasından ve çift göz kapağı olmamasından nefret ediyor. Bizim çift göz kapağımız olduğunu ve bunun büyük bir nimet olduğunu burada öğrendim ben. Göz kapağı sorununu ameliyatla çözmüş. Çin'deki oranı bilmiyorum ama, Koreli kadınların %65'i göz kapağı ameliyatı oluyormuş. Fazla dağılmayalım bu tarafa şimdilik, işte, sevgili arkadaşım Jean, böyle bir aile yanında, bir ay kalabildi. Altmış yaşlarında emekli bir kadınmış, sabah bir şeyler yedikten sonra kucağına kedisini alıp, penceresi olmayan bir odada akşam yemeğine kadar duvara bakarak oturuyormuş. Lise çağındaki oğlu, odasından sadece tuvalet ihtiyacı ve sabahları bir şeyler yemek için çıkıyormuş. Birinden biri beni öldürecek zannettim diyordu Jean. Ertesi ay arkadaşıyla ev tuttular.

Uzaktan yalnız olduklarını hissetsem de, yüzlerce filmlerini izlesem de, yine de bu görüntülere şaşırıyordum... Az olan şaşırdığım şeylerden biri işte...

Kasım 2012, La Verne, CA

04 Şubat 2013

Yeni Dünya 14: Kütüphaneler Yaşıyormuş

La Verne üniversitesinin kütüphanesi.
Üniversite hayatımda okulun kütüphanesine hiç gitmedim. Bir kütüphanesi olduğunu ve benim orada
bir kartım olduğunu, mezuniyetim esnasında "vereceğiniz kitap var mı?", dediklerinde anladım. 
İstanbul'a gelince, feleğim şaşmış, "bu nasıl şehirdir, Tanrım!" derken okul bitmişti zaten. Şimdi, bundandır herhalde bu saflığım ya da aptallığım diyorum ya, bilemiyorum tam neden. Oysa, bir kış çok kar yağmıştı, zamanlardan Şubat tatiliydi, on beş gün yurtta neredeyse mahsur kalmıştım da, okuduğum Bereketli Topraklar Üzerinde romanını yavaş okumaya başlamıştım.

Şimdi buralardaki deneyimimden sonra anlıyorum ki, İstanbul'a ya da başka büyük şehirlere, şehir dışından gelen öğrenciler için  üniversite yönetiminin ilk işi, okul ve şehir tanıtımı yapmak olmalı. Öğrenim verimliliği için kesinlikle gerekli. Kafanı uzatsan dükkanlarını sayacağınız şu küçücük üniversite ve kasabada adamlar bize yarım gün okul turu yaptırdılar. Şehir tanıtım slaytları izlettiler. İşte, o zaman, daha ilk gün öğrendim ki, okulun bir, kasabanın bir olmak üzere iki kütüphanesi varmış. Gidip vakit geçirebileceğimiz, ders çalışabileceğimiz. İlk günlerimdi. Hadi şöyle bir gezeyim, ne var ne yok içeride dedim. Bir kadın, "Aradığınız bir şey var mı, Yardımcı olayım?", dedi. Söyledim bir şeyler. Aradı, taradı, buldu. Sanki, biri gelse de yardımcı olsam gibi bir hali vardı. Sıkılmış, beni gördüğüne mutlu. Bulduk bir kitap. Henüz kartım çıkmadığı için kitabı dışarı çıkaramazmışım. Ben, yorduğum için, bilmediğim için özür üstüne özür diledim. Hiç bir sitem ve kızgınlık yoktu yüzünde. "Bilemeyebilirsiniz, işim bu, hiç endişelenmeyin", dedi. Nasıl da alışmışım azaralanacağıma. Diyorum ya, bazen sadece görev anlayışı ile yaptıklarını bilseniz de, bu anlayış ve nezaketleri size haklarınızı hatırlatıyor ve hoşa gidiyor. Buradaki yüksek lisansa başlayınca yaşadığım kütüphane deneyimim de işte burada.  

Çalış bakalım.
Yine de kendime çok görmedim bu kütüphane eksikliğimi. Eğitim sistemimiz kahrolsun diyorum. İlk başlarda, alışkanlıktan olsa gerek odada ders çalışıyordum. Giren çıkan, salondan gelen gürültüler, iki de bir şey içmek -yemek için kendime ürettiğim bahaneler, bir bakıyordum gece yarısı olmuş, daha bir şey çalışmamışım. Bizim çinliler okuldan gelir gelmez bilgisayarını çantasını kapıp kütüphaneye gidiyordu. Ben, bir de araplar odada daha verimli ve keyifli olacağı hususunda ısrarlıydık bir tek. 
Baktım olmuyor, e, gidelim o halde dedim. Sessiz ve kitaplarla bir ortam. Herkes bir şeyle okuyor ya da yazıyor. Sen, belki on, bilemedin onbeş dakika etrafa bakıyorsun, diyelim tembellik ya da kaytarmak için, baktın kimseden tepki yok, bari çalışayım diyorsun. Hiç bir şey olmazsa bu sebeple dahi saatlerce çalışabiliyorsun yani. Olmadı, biraz ayaklarını uzatıp kitap okuyorsun, olmadı bahçeye çıkıp güneşe bakıyorsun, geri dönüp devam ediyorsun. Kütüphaneler güzelmiş ve ben bunu dünyanın öteki ucunda (tam olarak öteki ucu) fark ettim. Kahrolsun..., neyse işte sebep.
Orjinal latince incil. Girişteydi, büyücek. 
Hafta sonları ve akşamları çoğunluk buradaydık. Al her bir şeyini; kahveni, suyunu, uzat ayaklarını dal kitaplara, İnternet'e. Keyifliydi velhasılı. Sonraki şehirlerde de aynı şey halk kütüphaneleri ile devam etti. Hani, faks, yazıcıdan çıktı lazım olduğunda dükkan dükkan dolaşıyoruz ya, gerek yok. O işi kütüphaneler görüyor. Bahanesiyle de üye oluyorsunuz. Otobüste metroda kimin elinde kitap görsem üzerinde kütüphane amblemi oluyordu. İsterseniz filmler de var ödünç alabildiğiniz. Hani, bizde her mahallenin muhtar ofisi olabiliyor ya, burada da -şehirden şehre değişse de- kütüphanesi vardı. En azından Chicago öyleydi. Bir de kütüphane kartı hikayem var, Chicago'ya gelince yazacağım. 

dizi dizi çinliler.
Artık La Verne'ü bitirsem iyi olacak... Bir arkadaş da dediydi; "yetmedi mi bu çinliler daha." Ah, daha neler varda, yerim dar. Ama araplardan bahsetmeden şurdan şuraya gitmem. Ne kütüphaneye gelirler, ne derslere. Yurtta da kalmazlar. Yaşı küçükler aile yanında -hazır yemek, temizlik önemli- biraz büyükler de kuzenleriyle koca bahçeli evler tutuyorlardı. Sınıftaki Ahmed'de kuzenleriyle yurdun hemen yanındaki koca bir evde oturuyordu, bahçesinde bilardo masası, mangalı, hamağı ve çimenleri olan. Ahmed'in Andressa'ya yazmasında mı, benim sevdikleri bir müslüman ülkeden olmamdan mıdır, eh biraz ev-bahçe keyfimiz oldu sayelerinde. Yine de bu onlara gıcık olmamı engellemiyordu... 

02 Şubat 2013

Zannetmek: Olduğunuzdur...




Birisi için yapılmaması gereken bir şey yaptığınızda, bir dostunuz der ya size hani ; " bırak kendini bişi zannetmesin!" Kimse kendini olduğundan başka bir şey zannedemez aslında... Dolayısıyla farketmez. Yaptığınız herhangi bir şey sadece kendiniz içindir... Kendinizden dolayıdır... Kendi kendinizi bir şey zannetmek ile ilgilidir...

01 Şubat 2013

Yeni Dünya 13: Pasifik!

Sevgili Melih,
Herhalde ikiniz de deniz kenarındasınız. Biz de bugün Güney'e iniyoruz. Kulağımızı denize dayayarak belki Akdeniz'in öbür ucunda söylediklerinizi duyarız. Deniz kadar iyi ses taşıyıcısı yok, hem de belleği olduğunu söylüyor belgeciler... İkinize de sevgiler. Abidin
(Abidin Dino'dan Melih Cevdet Anday'a 28.7.88) 

Merak ederdim Pasifik okyanusunu. Bilmem neden? Düşlerimde ki gibiymiş desem, hiç düşlememiştim ki. Bir kere söylemesi çok 'müthiş' geliyor bana: Pasifik! Büyük, ulaşılmaz, fırtınalı, mavi, sert, müthiş uzak Pasifik... Belki 'Shawshank Redemption' filminden bana umudu ve hayalleri hatırlatıyordu. Ne demişti Andy Dufresne: "Meksikalılar Pasifik hakkında hafızası olmadığını söylerler. Hayatımın geri kalanını yaşamak istediğim yer burası. Hiç hafızası olmayan sıcak bir yer." Ve Red'e gelmesi için yazdığı mektupta, "Umarım arkadaşımın elini bir daha sıkabilirim, umarım pasifik düşlerimdeki kadar mavidir."   

Öyle bir yerdi Pasifik. Tıpkı Andy'nin düşlediği gibi... Bence de pasifiğin hafızası yoktu. Okyanusa baktığımda hissettiğim şey buydu; geçmişin olmaması... 

Yeni Dünya
Santa Monica limanı, CA
Grileşen Pasifik... İnce, narin, kırılgan dalgaların göz süzdüğü gri Pasifik...
  
Yeni Dünya
Malibu plajı, Santa Monica, CA
Mora dönüşen Pasifik... Yağmurun değdiği renkli Pasifik...
Yeni Dünya
Long Beach, CA
Yağmurun yağdığı Pasifik... 

Alcatraz hapishanesi (adası), San Fransisco, CA
Bulutların pasifiği...  

Yeni Dünya
Long Beach, CA
Çocukların pasifiği...

Yeni Dünya
Long Beach, CA
Aşıkların pasifiği... Ve Güneşin battığı yalnız Pasifik...
  
Yeni Dünya
Santa Monica, CA
Dalgaların pasifiği... 

La Verne ve Çin tarafı henüz bitmedi. Pasifikle bir ara vermiş olalım. Yazmayı düşünmek bile heyacanlandırıyor beni Pasifik hakkında, değil yazmak... Bir arkadaş da dedi hatta: "bitir artık şu çinlileri." Ah! daha neler var anlatacak da, not alamamışım... Biraz daha La Verne, çinliler, araplar sonra ver elini Las Vegas, San Diego, San Fransisco ve hep Pasifik...