27 Aralık 2013

İyi Seneler

Amerika'da yeni bir sosyal internet paylaşımı akımı başlamış. "Facebook" un yerini alabilir iddiaları var basında.  "Whisper.sh." adlı, itirafta bulunduğunuz bir "web" sayfası. Bu sefer bizden mi çaldılar diyorum. 2000 öncesi "itiraf ediyorum" adlı bir "web" sayfası bizde de çok popülerdi. Hala varmı bilmiyorum. Diyeceğim aslında daha başka bir şey; bende bu "yeni yıl" vesilesi ile yeni yıl dilekleri falan değil, aklıma gelen bazı şeyleri itiraf etmek istiyorum. 
Öyle, bu bahsettiğim "site" lerde çokca yer alan, dün gece bilmem kimle şurda sabahladım cinsinden değil, daha olağan şeyler belki. Mesela;
* Bu, Aylak Adam kitabını kimilerinin neden çok sevdiğini anlamıyorum.  Bir kere, gayri menkul zengini, çalışmak zorunda olmayan bir adam. O aylaklık yapmayacak kim yapacak. Çalışmak zorunda olmayan birinin, çalışmanın köleliğinden ya da çalışmamanın özgürlüğünden bahsetmesi , hadi bahsetti diyelim bu kadar "kaydedeğer" bulunması anlamsız. Hatta saçma... Bir tek etkilendiğim cümle; sevgilisinin "seni seviyorum,  tarih ../.. " diye not ettiği bir cümlenin altına, tarihi hatırladığına göre yeterince sevmiyormuş yazması idi. Sonradan bu etkilenmemi de saçma buldum. Böylesine idealize ve derin bir sevgiyi düşlemek ve yüceltmek mümkünse, beyaz atlı prenslerin de beklenmesine şaşırmamalıyız. İnsandan bahsediyoruz, meleklerden değil... 
* Sevmeyi bilmiyorum, bu nedenle de sevilmeyi bilmiyorum sanırım. 
* Politika pis iştir. Hiçbir politikacı da "temiz" kalamaz bu anlamda. Son zamanlarda ülkemizde olanlar hakkında hiç bir şeyi ciddiyetle takip etmiyorum. Zorla kulağıma geliyor o kadar.  Hiç bir kaynağa nerdeyse inanmıyorum çünkü. Dün dediklerinin tam tersini bugün söyleyenlerin suratına yapıştırılan o eski cümleleri karşısında kılları kıpırdamadıktan sonra, kim ne derse desin, yazsın, boştur. Bu demektir ki, konuşsa n'olur konuşmasa n'olur... Çıkar kazanacaktır yine. Bizde, halkta öyle davranacaktır. Kimse ekonomik istikrarın bozulmasını, parasının azalmasını istemeyecektir, kim buna hizmet ederse de kazanacaktır. Budur politika. 
* Nerdeyse bir "şey" anlatmayan, bolca ok atılan, kılıç sallanan, kadınların rengarenk elbiselerinin havalarda uçuşarak tekmeler savrulduğu, yüzlerce atlı ile bir tek insanın çarpıştığı Çin filmlerini seviyorum. Mükemmel bir estetikleri var. Birbirlerine utanarak bakmalarını, dakikalarca durmalarını, onur anlayışlarını ve kemanın harikalar yarattığı müziklerini seviyorum. 
* Animasyonları Çin filmlerinden daha çok seviyorum.
* Hala bir aktöre aşık olup, bulabildiğim her bilgiyi okuyarak vakit kaybedebiliyorum. En son Daisy filminden Jung Woo-Sung 'dı. Tanıştığım ilk Koreli2ye de kendisini ne kadar sevdiğimi anlatmışlığım, filmin çekildiği Amsterdam'daki meydana gidip şöyle bir oturmuşluğum vardır. Öyle... 
* Mesajlarda ve/veya yazılarda çokça kısaltma kullanan gençlere kıl oluyorum. Bu yüzden yaşlı kabul ediliyorsam umursamıyorum. Ama yaşlı değilim ! Değilim, cık cık cık !! 
* Şu "hashtag" denilen şeklin/şemalin  nasıl yapıldığını hala anlamıyorum.Onu da öğrenmeyivereyim diyorum. 
* Hergün burcumu okuyorum ve çoğuna inanıyorum. 


" Mirror oh mirror
I will tell you my story
tell me who am I?
I am yourself and you are mine
Even if you got older and changed
You will always be in my eyes
Oh mirror "

14 Temmuz 2013

Bilgi


Belki de "Bilgi" ürkmemiz gereken bir şeydir... Tıpkı bu kütüphane gibi...


26 Haziran 2013

Seni Yazın Sevdim

Dışarıda korkunç bir yaz yağmuru. Korkunç, çünkü kış yağmuru gibi. Korkunç, çünkü fırtına gibi.

Fayroz ;  Lübnan'ın divası...  Fayroz ortadoğunun divası...
Ramallah'lı bir arkadaşın dediğine göre; Ramallah'ta  her sabah sadece Fayrouz dinlenirmiş. Her evde, her dükkanda, her otobüste, her takside, yazısız bir kural gibi öğlene kadar sadece Fayroz çalarmış.
Dedim Habaytak Bisayf'ı bilir misin ?  Dedi ki; " Annem bana ninni olarak söylermiş. O, barışın ve sevginin adıdır bizim için. O umudun sesidir bizim için.

Habaytak Bisayf ; "Seni kışın da bekledim, yazın da bekledim.  Seni yazın da sevdim kışında sevdim..." 

                                 

17 Haziran 2013

İnsan Gibi...


 George Frederic Watts- Time, Death and Judgement 1866 
Art Inst., Chicago
Bence hayattaki en zor şey ; insan kalabilmektir, geldiğin gibi gidebilmektir... İyi olmak değil, iyi kalabilmektir... Başarılması gereken, aranması gereken, olunması gereken tek tek şey budur. 

not : Ölüm : Kırmızılı erkek. Zaman : Beyazlı kadın. Adalet : Çok arkalardan bakan cinsiyetsiz insan. Ölüm Zamanın elinden tutmuş.


29 Mayıs 2013

Bazen

"... Bazen çok aptal olduğumu farkediyordum. Bazen bir çoklarının da çok aptal olduğunu ama onların bunu farketmediklerini... Mesela senin en hayran olduğum yanının, sakinliğinin, aslında beni görmemezliğinden geldiğini anladığımda, her şeyin aydınlanması şimdi beni akıllı gibi gösterse de  hatıralarda aptal kalmamı değiştirmediğini de anlıyordum. Ne önemi var ki deme, önemli hatıralar, geriye ne kalacak ki biz gittikten sonra. İnsan insandan gittikten sonra ne kalıyor ki geriye. Hatıralarımızın aynı olmaması sana da tuhaf gelmiyor mu? Taş aynı taş değilmiydi bastığımız, çimen aynı çimen, gökyüzü aynı gökyüzü değil miydi baktığımız, bana tuhaf geliyor şahsen... Biliyorum tabi canım, hayat da görecelidir zaman gibi - ben seni denemek için soruyorum- biliyorum farklı algılar insan taşı da çimeni de farklı baktığından gözleri, farklı yazılır hatıraları da böylelikle. Gördün mü daha akıllıyım artık..."

26 Mayıs 2013

Özeleştiri

Toplumların diğer toplumlar hakkında doğru ya da yanlış genel yargıları vardır.Tıpkı çevremizdeki insanlara olduğu gibi. Uluslararası ünlü eğitimci, bence ününü hakeden nadir kişiliklerden, Sir ünvanına sahip İngiliz Ken Robinson diyor ki; " İngilizlerin mesafeli oldukları söylenir. Bu ilginç bir yaklaşımdır çünkü girdiğimiz her ülkeyi istila etmişizdir... "
Benim de vardır önyargılarım. Amerikaya olan ön yargımı kendim eleştirdim bir müddet. Sanki "kibrin" topraklarında doğmuş olduğunu hissediyor, bu yüzden sevmediğimi düşünüyordum. Neden sevmediğimi anladım : Merhametsizler... Yüreklerinde merhamet yok, bu yüzden korkaklar, bu yüzden benciller, narsistler, bu yüzden yalnızlar ama yalnızlığı tercih ettiklerini sanıyorlar bu yüzden... Komünizm korkusuyla tüketim toplumunu yaratacak kadar korkaklar. Korkuyu büyütmüşler ve onu manipüle etme yolunu seçmişlerdir. Başka toplumların yardıma ihtiyacı olduğu iddiası ile "sormadan" , yardım istenip istenmediğine aldırmadan, iktidarlarını ve sahip olduklarını korumak uğruna korkakça saldırganlar çünkü merhametsizler...
Yavuz Turgul'un dediği gibi, "bir avcıyı dahi diğerinden ayıran zekası değil, avına olan merhametidir... "
Güçlerini demokratik olmalarından aldıklarını ve dünyaya demokrasi getirmekle, olmayanlara vermekle görevlendirilmiş olduklarını düşünüyorlar. Ama bunun için demokrasiyi yeniden tanımlamaları gerekiyordu.  Gerçek demokrasinin temelinde iktidar ilişkilerini değiştirmek yatar iken, tüketim toplumu liderlerinin yaptığı iktidar ilişkilerini korumaya yönelik olmuştur. Rıza Mühendisliği'nin yaratıcıları ( Walter Lipmann, Edward Bernays ) merkezde tüketen, arzuları beslenen, uyumlu ve mutlu bir topluluk yaratarak buna  "demokrasi" adının verilmesini sağlamışlardır.
Ve sanat, hayatı dönüştüren sanat, "iktidarlarını" eleştirmeye devam eder...


" Krallık nedir biliyor musunuz" der, "gerçeği bilen" Littlefinger. Bu bin kılıçlı tahttır krallık. Krallık; birbirimizi ikna etmek için yalan olduğunu unutana kadar yıllar ve yıllardır anlattığımız bir hikayedir."
"Yalandan vazgeçersek elimizde ne kalır ki! Kaos... Hepimizi yutmaya çalışan koca bir çukur" der kral dostu... Littlefinger devam eder;
"Kaos bir çukur bir değildir. Kaos bir merdivendir. Tırmanmaya çalışan bir çoğunun düştüğü, bir daha asla denemeye çalışmadıkları. Bu düşüş onları durdurur. Bazılarına tırmanmak için bir şans daha verilir ama onlar redderler. Onlar sıkıca krallıklarına tutunurlar; tanrılarına, aşklarına. Yanılsamalarına... Sadece merdiven gerçektir. Tırmanıştır bütün var olan... "

25 Mayıs 2013

Sen Çal James



Ölmek üzere iken  neden hayatınızın bazı olaylarının gözünün önüne geldiğini biliyor musunuz ? Nereden bileceksiniz, henüz ölmediniz ki. Bende bilmiyorum. Öyle yazıyor araştırmacalar, ben de inanıyorum... Beynin asli görevi olan;  organizmayı canlı tutmak uğruna verdiği bir mücadele süreci bu süreç... Bir zamanlar sizi en çok etkileyen; üzen , sevindiren, dönemeçlerinize yön veren, yolunuzu aydınlatan ya da karartan ne varsa önünüze dökerek organizmayı canlandırmaya, dünyadan koparmamaya çalışıyor...
Bu sadece ölümle ilgili değil. Bazen hayaletlere karşı verdiğiniz mücadele de benzer süreci izliyor. Ama bunu neden yapıyor onu anlamıyorum...

20 Mayıs 2013

...




Ne demişti üstad Yoda ; "Büyük Savaşçı mı..? Savaşla büyük olunmaz!.. 

17 Mayıs 2013

Haksızlık

Haksızlık edilenin haksızlık etmeyeceğini düşünürsünüz. Kötülük edilenin kötülük... Ama gerçek daima basittir.
İnsanı karmaşık, çözümlemesi zor, derinlerinde görünmeyenin saklı, ana her yazdığının, her söylediğinin ve yaptığının evrenin döngüsüne dair bir anlam, bir işaret olduğunu sanırsınız. Oysa duygu denilen  "şiddet-şehvet-şefkat" üçlemesinin esareti ile aklının arasında gidip gelen organizması kompleks güdüleri basit bir oluşumdur insan.
Düşünerek alınmış binlerce karar söylenir duygularla ilgili. Kendiyle çelişen, duygunun çoktan öncelediği, düşünmenin bahanelediğinden başka şeyler değillerdir...

07 Mayıs 2013

Yeni Dünya 24: Halley'in Evi

Her şey Andressa'nın başının altından çıkmış olsa da kızamıyorum ona. Onun gidişine bir ay kalmıştı ben de bazı okullara bakmak için Chicago'ya geçmeye karar vermiştim. Hem ordaki dil okulu buradakinin üçte biri fiyatıydı. Dünyayı onun sana gerekli kıldıklarının baskısı altında değil de, senin oldurabildiğince yaşayabilmek güzel bir duygu. Bizim gibiler için çok uzun süreçli olmasa da...

Mart sonu yurtta öğrenci devir-daimi olacağını biliyorduk. Yurdun yüzde doksanı Uzak Doğulu'ydu ve onlarla aynı mekanda yaşamak, tanımıyorsanız kültürü, hiç kolay değildi. Ben bir Amerika'lının evinde pansiyoner olarak kalmayı hiç tercih etmesemde Andressa beni ikna etti. Vay efendim deneyim olurmuş yaşam biçimlerini daha yakından görürmüşüz. Eh, aynı paraya tek kişilik odalarda kalacaktık bir yandan. O giderse ben de giderim fikriyle, "peki", dedim.

Bayan Annabel bir ayımı az kaldı kabusa çeviriyordu, otuz gün diye birbirimizi idare ettik. Sigara içtiğimi -bahçede tabii- forma yazmış olmama rağmen, okumadım, bahçede de içmemeye çalış mı der, gece 09'dan sonra gelmemeye çalışın mı, köpeği sakın dışarı kaçırmamaya çalışın mı der,- ki kaçırdım; felaketti- mutfakta hiç bir şey pişirmeyin, beni bekleyin mi, der, dedi de dedi... Andressa zorlanmıyordu neden bilmem, ben deli oluyordum... Hepi topu yumurta haşlamak istiyordum yahu! Eh ama neden eve çıkmıştım ki! İşte hep bu Çinliler yüzündendi; birileri kadının fırınını az kalsın yakayazmış oda bize tehbih üstüne tembih ediyordu velhasılı...
Halley, olur kendisi.

Yine de bana doğum günü pastası alıp geldiği için, kutlama yaptığı için, son gün bizi kahvaltıya götürdüğü için ve köpeği Halley'in sevimliliği aşkına kızgın değilim bayan Annabel'e.

Belediyenin sağlık kuruluşunda sağlık görevlisiydi. Sabahları altıda evden çıkıyor, akşam beş gibi geliyor, bize yemek hazırlıyor, on gibi odasına çekiliyor, asla geç değil ama erken, on-on beş dakika televizyonun sesini duyuyorduk, sonra ışığı sönüyordu. Bir ay boyunca salondaki televizyonu yemek saatleri dışında açmadı. Kızlarından bolca ama kocasından hiç bahsetmedi. Annesi öldükten sonra eve öğrenci almaya başlamıştı, bir kızını hemşire yapmış, diğerini aynı yolda okutuyordu. Cuma akşamları gelen kızına, okulun ne kadar pahalı olduğunu, az para harcamasının gerekliliğini ve Halley'in yaptığı yaramazlıkları anlatırdı. Bu rutinini hiç aksatmadı. Bir pazar günü kiliseye gelmemiz dışında bizden özel bir şey istemedi. Ha bir de benden, ayda bir gündüz vakti gelen hayvan hakları koruyucusunu Halley'in iyi, sağlıklı ve mutlu olduğuna ikna etmemi istedi. Etmiştim nuhtemelen.

Sitenin havuzuna girdiğimizden, bahçede çimenlerde oturduğumuzdan, benim güllerin dibine sigara izmariti gömdüğünden, geceleri alarmı öttürmemenin bir yolunu bulup bahçeye çıktığımdan, kocasına ne olduğunu sormamak için kendimi nasıl tuttuğumdan hiç haberi olmadı. Bir akşam yemek masasındayız; Dubai'nin ne kadar modern ama Türkiye'yi öyle bilmediğinden bahsediyordu. Ben de yanlış düşündüğünü anlatmaya çalışırken birden aklıma geldi, tam ağzımı açacağım karşımdaki Andressa gözümün içine içine bakıp; "sorma, sorma," dedi. Nereden anladıysa?! Yüzümde aman iyi be! gülümsemesi, sustum. Bir daha da yeltenmedim. Ölen kedilerinin dahil resimleri duvardaydı da babanon yoktu, ne de bir kere olsun çocukların babası demişti, halbuki anlatmayı seviyordu. Filipinlerden göçme hikayesinden evi almış olmasının zorluklarına kadar dinlemiştik. Hâlâ bir merakım budur Annabel için. Tatile çıkarsan ortadoğuya doğru, gel bize demiştim; gelirse soracağım.
Teşekkür ederim Annabel...

25.04.2013



Söylemiş miydim ; " Merhamet cesaret gerektirir Ethem! Sen merhamet edemezsin, çünkü korkaksın !..." Korkaklar korkutarak savaşır. Ya duvarlarını örerler görmeyene dek düşmanlarını, ya gardiyanlarını beslerler. Onlar savaştıklarını zannederler...

05 Mayıs 2013

Yeni Dünya 23: Güney'den Kuzey'e

"Andy", Pasifiğin hafızası olmadığı için orada yaşamak istediğini söylemişti. Ben, Chicago sokaklarında hiç kimsenin beni tanımadığını ve benim hiç kimseyi tanımadığımı bilerek, bu üç milyonluk koca şehirde Garcia Marquez'i düşünüyordum. Onun Yüzyıllık Yalnızlık'da dediği; "İnsanın yaşadığı toprağın altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir." Bana da öyle geliyordu sokaklarda insanlara bakarken. Kendimi dalları ve kökleri olmayan bir ağaç gibi hissediyordum. Havada asılı duran kocaman bir ağaç. Uçabilen bir ağaç. Hasan Ali Toptaş'ın Ben Bir Gürgen Dalıyım hikayesini hatırladım. Nasıl olmalıydı bilmiyordum; aşık olduğunuz kafenin önünden mi geçmelisiniz, terk edildiğiniz sokağa mı çıkmalı arada yolunuz. Dostunuzla ilk tanıştığınız yer mi olmalı yürüyüş yaptığınız. Yıllarca hep aynı çay bahçesinde mi buluşmalısınız. Alışkanlıklar ve hatıralar mı sizi güvende hissettiriyor yaşarken? Aynı şehirde hem üzüldüğünüz hem de sevindiğiniz anılarınız var oysa. Andy bu yüzden mi hafızası olmayan bir yerde yaşamak istiyordu bilmiyorum ama hafızası olmayan bir yerde yaşamak istemediğimi düşündüm. İnsan bir şehri ona kendini hatırlatıyor ise sevebiliyordu sanki... Ne tuhaf, oysa bazen birilerini kendimizi hatırlatmıyor ise sevebiliyoruz...


kaynak: google
Eskiden, çok eskiden, anneannem bize börek yapardı, beş altı çocuk sininin etrafına toplanır, en sevdiğimiz şeyi yemek için beklerdik. Erkekler, benim sonradan keşfettiğim, büyük bir börek parçasını alır sininin altına saklardı,saklarmış yani. Önce tepsideki bitirilir sonra da saklanan yenirdi. Tepsideki bitince herkes sakladığı böreği yerken sulu gözlerle anneanneme bakardım. Sonra ben de öğrendim. Chicago benim için şimdi, sininin altına sakladığım börek gibi. Anlatmak için heyacanlanıyorum ama bekliyorum, California'dan biraz daha bahsetmem gerektiğini düşünüyorum, daha San Diego'nun sıcağından, Halley'in evinden bahsetmem gerektiğini düşünüyorum ama bu arada Chicago'yı biriktiriyorum...

Güney-batı'dan kuzey-doğuya gelince, kuzey insanı olduğumu farkettim. Diyorum ya hep, insan nerde doğduysa, nerede oluştu ise derisi kabuğu orayı görünce varlığını hatırlıyor. Kuzey insanıymışım ben, soğuğu karanlığı, koyu renkli kiremitli, küçük pencereli evleri seviyordum. Californiya' yı çok sevemememin nedenini kuzeyi görünce anladım... Oralarda Holywood haricinde beni şaşırtan bir şeye rastlamamıştım. Şimdi, burada, şaşırıyorum. Ahh Chicago diyorum. Blues ve cazın başkenti... Soğuk ve rüzgarlı Chicago... Mayıs ayında donduğunuz Chicago... Herkes şehrin kışının uzun olduğunu söylüyor. Bence, uzun ve soğuk, uzun ve rüzgarlı , uzun ve çetin bir kışı var...


kaynak: google

Chicago,
15.05.2013

Herkes Masumdur...

İnsanın her şeyini kaybettiğini düşündüğü an, masumiyetini kaybettiğini düşündüğü o andır. Artık hep hata yapmalı ki, masumiyeti ile suçluluğu arasındaki o araftan kurtulsun.
Bir kere masumiyetin çemberinden çıktınız mı, ne kadar çok hata yaptığınızın hiç önemi yoktur hiç biri ilkinden daha yaralayıcı değildir. Katillerin en az iki cesedi vardır, ya da en az iki yerden öldürürler... Ahlak neden subjektiftir sanırsınız. Herkes kendi hatalarının kuralını belirler.
Masum değilseniz ne olduğunuzun bir önemi yoktur. Ya öyle, suçlu kalmayı seçersiniz ya sizi masum olduğunuza inandıracakları ararsınız, her sorduğunuzda cevapların yalan olduğunu bilirsiniz, yeniden yeniden sormak için yeniden yeniden hata yaparsınız. Hiç bir hata size hata olmadığını ispatlamaz.
Kırılan testinin suyu gözyaşlarınızla dolmayacaktır. Başkalarının testisini kırmakla da hak yerini bulmayacaktır oysa.
Sadece abdallar masumdur. Karşısına hiç adam öldürme ihtimali çıkmamış bir insan bile masum zanneder kendini...

26 Nisan 2013

Başarılar Dilerim...

En son kişisel gelişim demişken başarı kavramı üzerine güzel bir yazı okudum. Aşağıda isterseniz okuyacaksınız. Çok güzel bir "başarı" tanımı yapılmış.
"Bir tamirci olabilirsiniz ya da işiniz sadece bir vida sıkmak olabilir. Mesele o vidayı dünyada en iyi sıkan olmaktır. Başarı budur. Başarı patron ya da CEO olmak değil; yaptığın her neyse onu dünyada en iyi yapan insan olma ümidi taşımaktır." Ben burada ki okunması gerekenin , "en iyi yapan insan olmak" değil, o "ümidi" taşımak, o ümidi taşıdığın müddetçe işini iyi yapabilmek adına yol boyunca yaptıkların olduğunu düşünüyorum.
Zirveye çıkmak uğruna her yolun mübah olduğuna hiç bir zaman katılmadım. Hayatın zirvesini "son" kabul ediyorum çünkü. Dolayısıyla da zirve yoktur.Zirveye tırmanma;  yaşamını yaşamak uğruna mübah dediğin yollar, yani sen,  seni sen yapar. Hani "başarı" kavramını tanımlayan çoğunluk, hayat; yolda karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir diyor ya, ben gülüyorum buna çoğu zaman. Hayat bize öğretir, hayat bize gösterir, hayat hep önümüze yolları serer;  fırtınaları, baharları, güneşleri, karları serer. Hayat fırtınadan çıkardığın gemine değil, sana karşılıksız verdiği "cana" ne yaptığına bakar... 
Ve 14.Dalai Lama'dan yapılan alıntı;Başarılarını, onları elde etmek için feda ettiklerine bakarak değerlendir." 

Son zamanlarda bu yönde içimi kemiren ama bazen bir çok çevreme açıklayamadığım fikirlerle, ya da buna bir türlü ikna olmayan ya da insanların nasıl olurda bunu göremiyor olmalarına duyduğum şaşkınlıkla dolaşıyordum... Ben, hep iyi bir dış ticaret uzmanı  olmayı hayal etmiştim. Oldum da. Hayalimi şartlarımın oluşturduğunu yıllar, yıllar sonra anladım, bu ayrı bir konu. Lakin, yıllar, yıllar sonra neden "başarılı" olamadığımı anlamıştım bu daha önemliydi. Çünkü hayalim, başarılı değil, yaptığım işi iyi yapmaktı.
İşinizi iyi yapıyorsanız, doyuyırsunuzda. Şimdi, işimi iyi yaptığım bir nokta da bırakıp, şartlarını kendimin oluşturmaya çabaladığı hayalimin peşinden gitmeye çalışırken daha iyi anlıyorum bunu. Hayır, çok yorulduğum için değil, doyduğum için, daha başka, asıl gönlümde yatanın peşinden gidebilme zamanının geldiğini hissettiğim için değiştirmiştim yolumu. 
Sayın, M.Serdar Kuzuloğlu 'na bunu bana tekrar hatırlattığı için teşekkür etmek isterim...

16 Nisan 2013

Gülelim Eğlenelim!? ...

Adlandırıldığından bu yana hastalıklara odaklı Psikoloji bilimi. Olmayana, "anormal" tanımlanana. İnsanı, normallerinin zincirine katmaya çalışıyordu yeniden, "anormali" yönetmeye ve topluma zararsız hale getirmeye.

Yeni bir Psikoloji bilimi kolu adlandırıldı son yıllarda : " Pozitif Psikoloji".  Üniversitelerde kürsüleri kurulmuş, eğitimlerine başlanmış. Normalin dışına çıkan bizleri "ekside" kavramıyla da tanımlayan psikolji, bu zamana kadar bizi sıfıra çıkartmaya amaçladığını , bundan sonra " artıya" çıkartmaya çalışacağını söylüyor.
İnsanların mutlu olmayı öğrenebileceğini, öğrenmesi gerektiğini savunuyor. Hayatın anlamı ve anahtarının mutlu olmayı öğrenmek olduğunu savunuyor. Alanın yaratıcılarından biri " Mihaly Csikszentmihalyi" Macar asıllı Amerikalı psikoloji profesörü, diğeri Martin Seligman, Amerikalı psikolog ve Amerika Psikoloji Derneği Başkanı. M. Csikszentmihalyi pozitif psikolojinin ve "kişisel gelişim" alanın mimarı kabul ediliyor ve  psikoloji de   "flow" teorisi ile biliniyor. "Flow" teorisine göre insan "bir şeye" konstantre olursa zamanın nasıl geçtiğini anlamaz , dertlerinden uzaklaşabilir ve mutlu olabilir(miş). Çok basit anlatımıyla bu. Ama bu; televizyon izlemek, ya da beynimiz için faydasız adlandırılabilecek bir şeyler değil. Bulmaca çözmek, matematik problemi çözmek, yeni bir konuyu anlamaya çalışmak gibi... 
Oldum olası sevmedim bu kişisel gelişim derslerini, bu yanıyla da pozitif psikoloji alanını. İnsanoğlu bireyselleştikçe, insanla arasına mesafe koymaya çabaladıkça içinde oluşan -doğasına aykırı- insansızlığı kendi kendie mutlu olma yolları ile kapatmaya çalışıyor. Bay M.Csikszentmihalyi para ile mutluluğun doğru orantılı olmadığını ispatlamaya çalışmış, "insanlar buna inanıyor çünkü, toplumumuz başarıyı parayla ölçüyor" demiş. Bu doğru. Buna katılıyorum. 
Emin olduğum ama yazıyla ifade edemediğim  ( düşünceleriniz net ise ifade edilememesinin -dili biliyorsanız- mümkün olmaması gerektiğini bilmekle birlikte ) şu ki; yeni doğan bebeği denize bıraktığınızda yaşama içgüdüsü ile nasıl ki yüzebilmesi mümkün ise insanoğlu da yaşamında nasıl "mutlu" olabileceğini zaten biliyor, öyle geliyor dünyaya. Bilim adamlarının 21.yüzyılda keşfettikleri, doğamıza aykırı davranıp, bozulmuş olanı yeniden kurmaya çalışmaktan başka bir şey değil. "Flow" teorisi, kişisel gelişim sınıfları, hobi okulları, facebook oyalanmaları, "fight clup" filmindeki grup toplantıları, ticari üretimden başka bir şey değildir.
Oysa toplum tacirleri, bu teorilerden, "hedonizmi" yaratmışlardır, yaratmaya çalışmaktadırlar.

Beynin gelişmesi için üreterek düşünmeye ihtiyacı vardır, vücudun çökmemesi için harekete , çalışmaya ihtiyacı vardır. İnsanın kendini var kılabilmesi için varlığının tanınmasına ihtiyacı vardır. Bunların azlığı ya da çokluğu durumu sorun olarak tanımlanır. Dengeye ihtiyacımız vardır. Zıtlıkların birliğine. 

İnsanın en büyük düşmanı kendisidir. İnsanın kendini, kendi içine bakarak çözmeye çalışması onu kendiyle karşı karşıya getirecek ve yenişemeyeceği baştan net olan birbirine eşit iki gücün çaresizce kavgasından başka bir şey çıkmayacaktır ortaya.  Kendini ancak yansımalarında;  ürettiklerinde, sevdiklerinde, nefret ettiklerinde ve hayallerinde tanıyabilir insan. 


04 Nisan 2013

04 Nisan...


İki imge ile kutlayalım bu sene de bu önemli-önemsiz günümüzü... Yaş günün kutlu olsun...



31 Mart 2013

Korkak!


Merhamet cesaret gerektirir İnsan, sen merhamet edemezsin çünkü korkaksın...

not: Yok, bana poz verirken gülümsemedi, o hep öyle bakıyor insana, dost sanıyor...

28 Mart 2013

"Ruhlar Evi" *




İyi filmdir, * The House Of Spirits". Oyuncuları, üç kuşağı kapsayan uzun hikaye anlatımı, Şili darbesinin küçük hikayeleri ile, aşağıda kitabının yazarından da dinleyeceğiniz gibi tutkunun hikayesidir, sıradan yaşamların büyülü hikayesidir. Büyülü Gerçeklik akımına da bir örnektir. Cümleyi tam hatırlamıyorum ama, filmin ana kadın kahramanı politikaya girmek isteyen kocasına; "politika pis iştir, kimsenin temiz kalamayacağı kadar pis" gibi bir şey söylüyor. Severim. Ve Merly Streep çok güzeldir bu filmde...
Isabel'in de not ettiği gibi; "Doğrudan daha doğru olan nedir: Hikaye..."

          

24 Mart 2013

Zaman

Long Beach, 2013
Hala anlamıyorum şu zaman neyin nesidir ; bir denizde güneş batarken başka bir denizde doğuyor yani... İlginç... Biri aya bakarken, başka biri güneşe bakıyor yani... Şaşırtıcı. Acaba dünya bir zamanlar inanıldığı gibi düz bir tepsi olsaydı, ne değişirdi ? Belki insanlar daha çok savaşırdı, daha çok anlamazdı birbirini. Belki gecedekiler sabahı beklerken bir şeyler değişiyordur zamanda, ve insan vazgeçiyordur öldürmekten. Belki daha çok can almaya karar veriyordur gece olunca... Belki "zaman" bunun içindir; bir şeyleri değiştirmek için...

20 Mart 2013

Shut up and Listen ! *

          Konuşmayı dinlenir yapan bir önemli özellikte, Bay Sirolli'nin hissedilebilen İtalyan tutkusu...

           
           
           not : Mümkünse ingilizce altyazılı ya da  altyazısız dinlemenizi öneririm.

* Çenenizi kapatın ve dinleyin !

11 Mart 2013

Sudan Meseleler

Ölümü düşünmek... Niye burada olduğumuzu düşünmek... Madem buradayız, amacımızı düşünmek, her olanın kendimiz için ya da başkaları için sebebi olup olmadığını düşünmek, hissettiklerimizin bize kattıklarını, bizden aldıklarını düşünmek, acı çektiğimizde biteceğine inanmak, acı çekmemizin gerekliliğine inanmak, mutlu olduğumuzda yaşamı sevmek olmadığımızda sevmemek, kazık çakmaya çalışmak, en büyük olmaya çalışmak ama hep düşünmek... Her ne olursa olsun, yarın ne olacağını asla bilememek ama ihtimallerden birinin "ölüm" olduğundan emin olmak...

Hep sona doğru bir şekilde yuvarlanmak... Her şeyi yaparken hep yaşamayı unutmak, yaşamayı es geçmek... İnsanın tek yaptığı zaten var olana "yaşama", hep isimler bulmaya çalışmak. Felsefeler üretmek... Kendi felsefesini doğrulamak uğruna yıllarını harcamak ama sonunda zaten var olan, zaten binlerce yıldan beri var olan bir gerçeğe, belki başka bir isim yüklemek... Başkalarının ispatladığına çağının getirdiği, bulduğu başka bir isim vererek dünyaya yeni bir anlam kattığını sanmak, keşfettiğini sanmak zaten var olanı... İsimlerin, tanımların, düşünce akımlarının, öyle ya da böyle isimlendirilmesinin, acının tarifinin, sevincin tanımının ne önemi var... Hiç bir şey insanın güdülerini, var oluşsal problemlerini değiştirmedikten sonra... Değiştiremez, adı üstünde varoluşsal problemler onlar. Var olduğumuz için varlar... Dünyaya geldiğimiz için düşündüğümüz kaygılar, endişeler. 

Dünyaya yeni gelen bebeğin gördüğü ilk şeye olan şaşkınlığı neyse, ölen insanın celladını gördüğünde olan şaşkınlığı odur. Ne kadar bilge olursa olsun. Bütün bir ömür tüm bilinmeyenleri keşfetsede asla varoluşsal problemlerini aşamayacak... Ta ki vazçegene kadar. Ta ki, neden sorusunu bırakıp yaşıyor olduğunun farkına varana dek. Tanrı niye burada olduğumuzu düşünmemizi isteseydi cevapları verirdi kesinlikle. Bilmemiz gereken en büyük cevabı zaten verdi: gün olacak geri döneceksiniz... Tek istediğimiz hakim olmak; hayata, sonsuzluğa, bilgiye, tanımlara, tariflere, insanlara,geleceğimize... Hayat hakimi olacağımız, sahibi olacağımız bir şey olsaydı, milyonlarca yıldır "biri" mutlaka olurdu. Gelecekte tüm insanlardan özel olan biri olacaksa ya sen bilemeyeceksin, ya da olmayacak demektir bu. Öyle ise...Varsa Tanrı, zaten O'dur tek hakim... Hayat sadece ait olacağımızdır, ancak o çembere, o döngüye ait olursak sonsuz olabiliriz, yani "yaşarsak varlığımızı", çok önemliyse sonsuz olmak... Bir papatya çiçeğinin varoluşunun hikayesinden öte değildir insanınki. Onun bir derdi yoksa bizim de yoktur... İnsanın kendini farklı sanması kendi aptallığıdır.

Belki de saçmalıyorumdur. İşte bütün mesele de bu ya, kim ispatlayabilir saçmaladığımı ya da saçmalamadığımı...

04 Mart 2013

Yeni Dünya 22: San Diego; Kolunu Uzatsan Meksika

Sınır kentlerinin çoğunluğu böyle sanırım. Yani okuduklarım ve gördüklerim bana gösteriyor ki; insan, şehir, binalar yanyana durdukça birbirine benziyor... Kaçınılmaz şeyler ya da baş etmesi zor sosyal yaşam getirileri olsa gerek.

San Dieogo da Meksika sınırında olmasının bütün özelliklerini taşıyordu. Halk çoğunlukla İspanyolca konuşuyor, Meksika yerlileri gibi giyiniyor, yemekler Meksika kültürü, sokakta sanki hep Meksikalılar vardı. Hoş, İspanyolca Amerika'da resmi ikinci dil kabul edilmiş zaten ama burada İngilizce yok gibiydi.

Tipik güney kentleri gibi diyebilirim. Sıcak, plajlar, bol kafeler, geniş sokaklar tabii ülkeye özgü, blık restoranları, sınırdan gelip giden değişik yerli ürünler...

Şu yandaki ağaçlara bayılmıştım. Buraya özgüymüş. Yerden itibaren geniş dallı, minik kırmızı çiçekli, çok güzel görünüyorlardı. Yine de bir Andressa değildi...

San Diego, Türk ve diğer yabancı öğrenciler için oldukça tercih edilen bir yer. Yaz kışık sıcak ve okyanus kıyısı olması, hem canlı hem sakin oluşu, San Diego devlet üniversitesi ve diğer çok pahalı olmayan üniversiteleri (diğer illere göre), bolca dil okulları, yurtları, sakin insanları ve güvenlik bakımından şikayetçi olunmaması ile cazip epeyce. Hayvanat bahçesi dünyaca ünlü. Parkları ve okyanus kıyıları ile yaşanası bir yer diyebiliriz. Ben sıcak yerleri pek sevemiyorum o ayrı.

san diego

İşte böyle geniş, beyaz kumlu plajları vardı. Pasific okyanusunda salınan beyaz yelkenlileri, güneşinin altında koşan delikanlıları bir de...

san diego

Sahile bakan küçük, şirin, çok çekici evlerine bayıldık. Bazı mekanlar insanın ömrünü uzatmaya muktedirdir, hep söylerim.

san diego

Sahile inen caddesi. Sophia önde ben arkada...

san diego

En sevdiğimn kısım; İkinci dünya savaşının bitişini simgeleyen fotoğraflardan birinin heykeli. Yazılanlara göre, New York'ta trenden inen Amerikalı bir asker barışın ve içkinin sarhoşluğundan ilk gördüğü hemşirenin dudaklarına yapışmış ve ortaya bu resim çıkmış. Kocaman bir heykeli var sahilde, büyük savaş gemilerinin önünde. 

san diego

Fotoğraf çekmeyi pek beceremiyorum, Andressa pek kızardı bana; "ben seni ne güzel çekiyorum sen bi dikkat etmiyorsun", der dururdu. Yine de kıyamaz arada çekerdi beni...

Sizi, eski şehir denilen "old town" merkezinin bir kaç fotoğrafı ile başbaşa bırakıyorum...

san diego


san diego


san diego


san diego

01 Mart 2013

Yeni Dünya 21: Benzin Görevlisi Şart

O kafaları görünen gölgeler biziz. Ben, Andressa, iki Japon, iki Çinli. Polis, bildiğiniz trafik polisi.
Dediler; San Diego hayvanat bahçesi çok güzelmiş, dünyanın en ünlüsü imiş, ve Meksika sınırındaki bu güneşli, plajlı, eğlenceli kenti mutlaka görmek gerekiyormuş. Andressa ikidir istiyordu zaten. Birincisinde bir kaç Çinli son anda caymış, bir gün fazladan tatilimiz olmasına rağmen o hafta sonu Taksim meydanı kadar anca olan kasabamızda kalakalmıştık. Oysa o gıcık Çinlilere yeni arabalarını alırken epeyce yardım etmiştik. Galeriye git gel, İngilizcelerine destek ol, pazarlık et, indirim al, epeyce hani. Söz vermişlerdi bizi San Dieogo'ya götürmeye. Gıcık Han Xiao, bak hala söylüyorum. Sevgili Andressa hırs yaptı, aradı taradı ayarladı, haftaya gidiyoruz San Dieoga'ya, dedi. Tamam, dedim. Eh, araba kiraladık tabii. Hep kiraladığımız yerden. Gidiyorsun anlaşıyorsun, onlar istediğin saatte istediğin yere getiriyorlar. Bir ara satıcı, tam sigortada indirim var ister misiniz? demişti. On dolar fark olduğundan, e olsun madem, demişiz. Sabah Andressa erkenden kalkmış, beş buçukta, Çinlileri ve Japonları kaldıkları yerden almış, geri gelip bana, bak sana yarım saat daha verdim uyuman için, herkesi aldım, hadi artık hazırız, diyerek ranzanın dibinde bitmişti gözümü açtığımda.
Filmlerden görmüş, anlatanlardan duymuşsunuzdur, Amerika'nın pek çok eyaletinde benzini kendiniz dolduruyorsunuz arabaya. Bizde kasabanın çıkışında durduk. İki Çinli'den biri 18 yaş altı, diğerlerinin de ehliyeti yok, araba Andressa ile bana kalıyordu. Andressa kullanıyordu. Ama bunlar dedi, siz kahveleri alın biz benzini alırız, biliyoruz biz. İyi peki, aldık her şeyi çıktık yola. Beş altı kilometre oldu olmadı, tam otobana döneceğimiz bir alt geçidin altında araba ürkütücü şekilde titreyerek durdu. İşte o gördüğünüz arabayı yolun ortasında bırakıp, kenara, kaldırıma çıktık biz gölgeler.
Bir de ben denedim, yok, anahtarı zor çeviriyorum nasıl titriyor araba, korktum patlayacak! Aradık kiralama şirketini, bekleyin geliyoruz, yarım saat, dediler. Az biraz söylenmedik değil; ay biz geç kalıyoruz da, daha üç saat yolumuz var da, nasıl olabilirde, ne oldu da. Yirmi dakika dedi telefondaki. Kadın sesi işe yarıyor erkeklerde!
Beklerken, ilerden bir polis arabası döndü hem eyvah hem ay durun belki anlar, diyerek karıştı sesimiz birbirimize. Bu arada yoldan geçenler, cık cık yapanlar, gülenler ama hiç durup da, ne oldu abla, demeyenler çok. Genç, sarışın, güler yüzü, B.Pitt bakışlı bir şey yaklaştı bize doğru. Andressa arkamdan iteledi, sen git sen de, sen şimdi bir sürü şey söyleyip kafasını karıştırırsın. Ay, niye yaa, ben kafa mı karıştırıyorum, dememe kalmadan, polisciğimiz gülümseyerek bana yaklaştı, aman beğendiğinden değil, arabanın anahtarı bende ve hepsinin ablası gibi duran benim.
Açalım, kaputu gösteriyor ki, normalde yapmazmış, acıdı zahar bize. Ben başladım; ay birden durdu, biz şu şu okulda öğrenciyiz, yabancıyız, hayvanat bahçesine gidiyoruz, sabah girişine yetişmek istiyorduk, o kadar da erken çıktık. Evet evet hepimiz bu arabadaydık, belgeler şurada. Sığdık canım, arkada dört kişi. Yasak mı? gerçekten bilmiyorduk, arkada dört kişi çok rahat niye yasak olsun, şaşırtıcı, hımm. Tamam tabii, dikkate alacağız. Bir şey yapmadık, benzin aldık yola devam ettik, otomatik zaten ne yapabi.., derken, polis gülümsedi, ama bayağı güldü hani, ben ne, ne oldu dememe kalmadan anladım; Andressaaa, benzin fişi nerede? Bu Japonlar, ya da Çinliler git sen, hangileriydi geçmiş gün hatırlamıyorum, benzinli arabaya dizel koy!
Binelim m'edam arabayı şu kenara alalım, trafik zorlanıyor m'edam, dedi Pitt bakışlı. Nasıl, ben mi, yürümüyor ki, derken, Andressa, uzatma Azize ceza yiyeceğiz şimdi bin ne derse yap, bakışı attı. Vitesi N'ye işaret etti, hafif basın, sağa kıvırın, dedi, hemde işaret etti. Hayır acemi değilim elbette fakat paniğim tabii. Bildiğin boşa al sal arabayı olayı, fakat ondan daha korkuyorum ben,  araba boşta iken kontrol dışı geliyor. Her neyse, ben de Andressa'ya adamı ezmimde şimdi bakışı atarken, sevgili sarışınımız otobana çıkan tüm arabaları durdurmuştu. -kasabadan herkes hafta sonu bir yere gidiyormuş meğer-. Sağdaki cebe çektim arabayı. O sıra kiralama ofisinden geldiler, biz de boynu bükük benzin fişini gösterdik, olayı anlattık, özür mözür ne yapalım gibi bişiler dedik. Baktı kağıtlara, çok şanslısınız, tam sigorta yaptırmışsınız yoksa 1500-2000 dolar civarı bir masraf çıkabilirdi, derken o, biz Andressa ile Allahım çok şükür bakışı attık birbirimize. Aldı arabayı, verdi yenisini, yani anahtarlarını, iyi tatiller dedi, orada öyle kendisini almaya gelecek çekiciyi beklemeye başladı.
Biz gittik. Japonlar ve Çinliler sus pus. Hiç anlamadık, ne fena gibi bir kaç cümle ettik, ettiler. Şu an hatırlamıyorum neden nasıl çokta üzerinde durmadan San Dieogo'nun keyfini duyumsamaya çalıştık.

Şimdilik sizi hayvanat bahçesinden bir kaç kare ile bırakıyorum. Ulaşmadık sanıyorsunuz değil mi, ulaştık ulaştık. Sonra belki bir sürpriz yapıp; video ekleyebilirim...





Ve San Dieogo gecesinde biz. Şehir turları sonra... 

28 Şubat 2013

Hepsi O Kadar...

Hepsi O Kadar

Gidilir gelinir.
Belki sağsalim dönülür, hepsi o kadar.
Günler geceler çabuk geçer.
Çabuk geçmez şaşkın bir çocuğun hüznü
Vapurlar, arabalar, karlar çabuk geçer.
Ayrılık da özlem de herşey...
Herşey çabuk geçer
Ve birden gün ağarır.
Hepsi o kadar.
Gidilir herhalde gelinir.
Bütün gün denize bakmak kadar.
Belki ayvalar çürür.
Birşeyler kurur, atılır.
Nedir ki uzakta olmak
Ardahan´da boş duran bir ev
Hiçbir zaman suyu olmayacak bir kuyu
Unutulur, kalır. Hepsi o kadar.
O kadar anlayabilmek
O kadar acemi
O kadar toy
O kadar ilk
O kadar yeni
Ey uğursuz yolculuklar
Ey yıldızsız samanyolu
Bir daha hiç olmayacaksınız.
Çünkü yarım ve yaralı kalan
Bir akşam, yemin etmiyorum ama
En az günlerce, günlerce kanar.
Gidilir, gelinse de gidildiği gibi değildir.
Hepsi o kadar. 


Süreyya Berfe

25 Şubat 2013

Yeni Dünya 20: San Francisco; Bir İstanbul Değil

Şöyle diyorsunuz gidince; İstanbul'a benziyor. Ama ne yalan söyleyeyim, bir İstanbul değil. Evet, Pasifik Okyanusu'nun mavisine rağmen, neredeyse her tarafı suyla çevrili bir yarım ada olmasına, o modernliğe, o düzenliliğe, o yeşilliğe rağmen İstanbul'un güzelliği yoktu. Fakat golden gate köprüsü, balıkçılarla dolu limanı, yokuş yukarı sokakları, dik yokuşları tıngır mıngır çıkan tramvayları ile elbet güzel bir kent San Francisco.
Gecenin bir yarısı vardık şehre. Gezmek için iki tam günümüz vardı. Maalesef ikinci gün çok yağmur yağdı. Aralık ayının sonunda normal olsa da biz yumuşak California iklimine bozulduk biraz.
Sonra, ne diyeyim gezdik işte. Nedense çok bir şey yokmuş gibi şehre dair anlatacağım. Resimler derseniz çok çekememişim. Şehir merkezini dolaştık, koca koca binalar. geniş caddeler, güzel kafeler filan... Yok yok bu kadar değil tabii, bir kere dünyanın en uzun ağaçları burada. Muir Ormanları, Sekoya denilen bölgeye özgü bir ağaç türü ile kaplı ve dünyanın en uzun ağaçları kabul ediliyor. Redwood milli parkı olarak da geçen bu bölge de, en uzun ve en yaşlı ağaçlar bulunuyor. 115 metre olarak ölçülmüş en uzunu. İstanbul Boğaz köprüsünün iki katı yüksekliğinde yani. Şimdi anladınız değil mi, ne kadar uzun!
Benim gibi ağaç sever için harika bir yerdi, fakat Andressa çok çok eğlendi diyemiyorum.  O şehir kızıdır. Çok fazla güzel resim aladıma tabii telefonla. Ancak aşağıdaki gibi işte...

buyulugerceklik.com

Ormana gelmek için golden gate köprüsünden geçmeniz gerekiyor. O da güzeldi. Buradan bakınca İstanbul diye kandırabileceğiniz bir manzara değil mi?

buyulugerceklik.com

Bu da arkadaşımızın ailesinin bizim için yeni yıl yemeği sofrası. İlgili, sıcak, harika misafirperver insanlardı. Bir yıl kadar sonra annesi damar tıkanıklığı rahatsızlığı geçirdi, şimdi şimdi iyi ama bir süre sol tarafı tutmadı, çok üzüldük...
Daha iyi olacak inşallah.

buyulugerceklik.com

Şehir merkezinin sokaklarından biri.

buyulugerceklik.com

Gördüğünüz gibi Çinliler her yerde... San Francisco' da ünlü bir Çin mahallesi de var, fakat biz bizim Çinlilerden yeterince kültür edindiğimiz için gitmedik. Fakat siz gidin, her bir gezi sitesi tavsiye ediyor orayı, ilginçmiş..

buyulugerceklik.com

Eh, tabi San Francisco deyince Alcatzar adası ve adını aldığı hapishanesinden bahsetmemek olur mu, olmaz.  İşte aşağıda gördüğünüz ada üzerine kurulu bir hapishane. Her yerde biblolaları, mahkum kıyafet tişörtleri var, tarihini çok bilmiyorum. Ünlü ganster Al Capone'da burada kalmış filan, ne önemi varsa... Çokça filme konu olduğunu, Steve Macquin'in hatta ünlü Kelebek filminin de oradan hikayeleştirildiğini hatırlıyorum, yanılıyor da olabilirim. Eskiden ne kadar kötüydü, neydi bilmiyorum,botlarla turistik turlar düzenleniyor, biz gitmedik.
Diyorum ya, bize orada bulunmak, sokaklarında gezmek, birbirimizle sohbet etmek yetiyordu.
Bir Akdeniz lokantasına gittik. Kebap yedik çok kötüydü. Bir İrlanda barına girdik, gürültülü, koyu sohbetler vardı her köşede. İki bey yanımıza gelip size katılabilir miyiz dedi, hayır biz böyle iyiyiz dedik, gülümseyip gittiler. Biz de biraz daha takılıp çıktık. Erkenden eve gidip sabah yola çıktık...

buyulugerceklik.com

Dönüşümüz hafif maceralı oldu. Sevgili arkadaşım çantasını evde unutmuş. Biz bunu, o iki üç saat ehliyetsiz ve pasaportsuz araba kullandıktan sonra fark ettik. Allahtan önce biz fark ettik. Mola için durduğumuzda. Yolun ondan sonra 4-5 saatini-bilmek, böyle kötü bir şey işte- ben kullandım. Biraz yorucu oldu ama oldu. Sonra çantayı kargo ile arkadaştan istedik, halloldu gitti...

2012, Aralık

Gülümse...



Gülümse Dünya ! Eğer hala gülümseyebiliyorsan... Yok, sen yine de vazgeçme ! İnsanoğlunun "Tanrılarına" inat, efendilerine inat; güce, paraya, kazanmaya, yalana, ihanate, ötekileşene, parlaklığına ve güzelliğine tapana inat, sen yine de gülümse... Dünyayı güzellik kurtarmayacak ama çirkinlikte yok etmeyecek. Dünya nasıl var olduysa öyle yok olacak. İnsan, O'nu yok edecek kadar güçlü olabildiğinde önce kendini yok edecek...

21 Şubat 2013

Yeni Dünya 19: Daha Pahalısı Yok

Beverly Hills'de bir sokak. 
Beverly Hills, Los Angeles yakınlarında küçük bir şehir. Yalnız paha da büyük, darada küçük olan cinsten. Hollywood tepesine ve caddesine yakın. Şimdilerde kalabalıktan bunalmış taşınıyorlarmış ama eskiden pek çok sinema yıldızının oturduğu bölgeymiş.

Öyle dolandık biz de sokaklarında. O ünlü holywood yazısı taa dağın tepesinde bir yer. Bizim orman müdürlüğünün dağlara yazdığı yazıların bir çeşidi işte, daha başka bir şey değil. Metal levhalardan harflerle şehrin güneyine bakar şekilde yerleştirilmiş. Çok iyi bir açı yakalayamadık biz, Mulholand dr. yolundan biraz daha iyi görünebiliyordu fakat o gün de hava kapalıydı.

Benim, Balkanlar ve Rusya hariç yurt dışında ilk dikkatimi çeken sokakların ne kadar tenha olduğudur. Merkezleri, popüler çarşı pazarları kastetmiyorum, oturum yerleri, yaşam alanları hep alışılmışın dışında tenha görünmüştür bana. Biz ya çok kalabalığız -gerçi İstanbul'da yaşadıktan sonra bu yanlış bir soru oluyor-, ya da çok dışarıda vakit geçiren bir milletiz demeden edemiyordum. Los Angeles'ın bu bölgesi de hepsinden sakin ve sessizdi. Sadece büyük, bahçeli, yüksek ağaçlı ve duvarlı evler. Temizliğine hayran kalmamak elde değildi. Düzenli kaldırımlar, her şey az önce yapılmış gibi gıcır gıcır lambalar, ışıklar. Bir sokak kafeler, restoranlar, bir sokak ünlü giyim markaları vesaire. Yanımızda ki arkadaşlardan biri orada daha önce yemek yediğini fiyatların makul olduğunu söyledi. Neredeyse dünyanın en pahalı yerinde hiç inandırıcı değildi ama bizi ikna etti. Üstünü sen ödersin dedik, girdik. Zincir lokantalardan biriydi, her yerde fiyatları aynı oluyormuş. Şaşırdık biz de ama öyleydi.


Taksileri renk renk. Her bölgenin kendine has taksisi ve rengi var diyebiliriz. Yani özel taksi şirketleri var. Kendilerine göre ünleri, güvenirlilikleri, araba çeşitlilikleri vesaire var. Maviler Beverly Hills'in taksileri işte.


O kadar değişik araba gördüm ki. Büyük jipler, yere neredeyse yapışık modeller. Çok anlamıyorum, çok da heveslisi değilimdir ama bunları görünce yine de bakıyordum. Yukarıdakinin resmini çekmeye çalışırken şoför fark etti ve trafik ışıkları  yanmasına rağmen çekmemi bekledi, gitmedi. Ben kafama bir şey yemediğime şükrediyordum halbuki. Buralarda resim çekmek sorun olabiliyor, e haklılar tabii. Hele de biz gibi özel mülkiyetler arasında dolaşıp insanların evlerinin arabalarının fotoğrafını çekmeye çalışıyorsak, suçlu bile olabilirdik. Fark eder etmez, hey ne yapıyorsunuz, beni çekmeyin, deyiveriyorlar.  Ayıp olduğunu bilsemde evlere bakıp"fakat kuzum siz de bu kadar güzel olmasaydınız," diyesim gelmiyor değildi. 


Evlere değilde bahçelerine bittim. Evler o kadar sessiz ve yalnız görünüyorlardı ki, ruhsuz, beni hiç çekmiyorlardı. Kuru binalar gibiydiler. Lakin o bahçeler... O çimenler; gel uyuyalım tatlım, çay benden kitap senden oku da dinleyeyim, deyip durdular sanki sürekli.


19 Şubat 2013

Aşkla...



Yazıyordum, yazıyordum da durdum sonra... Bu ses, bu müzik öldürüyor beni... Flamenkoyu yaratanların tüm acısını, öfkesini ve hüznünü sesinde biriktirmiş, üstünüze kusuyor sanki. En azından benim öyle. İspanya'da yaşayan çingenelerin dışlanmışlıklarını, yoksulluklarını film gibi izliyorum... Gece başlamıştır , soğuktur karanlıktır. Uzak kentin ışıkları yıldızlar gibi ötededir, ötekidir. Çocuklar uyumuştur, çadırlardan kesik, kısık öksürükler, onlara karşılık köpek havlamaları. Erkekler söndü sönecek ateşin başında sessiz, elleri soğuk. Kadınlar dalgın, gözleri saçları kadar siyah, tenleri  eteşte beyazdan sarıya döner durur. Birisi keser konuşmayı, çadıra dayalı gitarı alır, parmaklarını ısıtmak için en iyi yoldur tellere hızlı hızlı dokunmak, ısınıncaya kadar. Ve kadınlar,  şallarına iyice sarılmış kadınlar, önce şallarını iyice omuzlarına dolar, sonra ellerini birbirlerine vurmaya başlarlar, avuçlarını ortalayarak. Sonra ayaklar, yavaştan hızlıya hareketlenir...Orta yaşlı olanlardan; henüz torun görmemiş, hikayelerini biriktirmiş ama dökmemiş biri, sevdiklerinden ölenler olmuş ama henüz en sevdiği ölmemiş biri, kocası aşkı değil ama yine de elini ısıtan biri, bunun gibi bir şarkı söylemeye başlar... Aşkla söylemeye başlar, ne yarının aynı soğuk gecesi vardır sesinde, ne dünün bitmemiş bezginliği. O an şarkı söylenmektedir ve insan anda yaptığını aşkla yapıyorsa olan şey oluyordur, olmuştur...Estralla Morenta "Nana Yerma"

Bu kaydı izleyebilenler ne demek istediğimi daha iyi ve flamenkonun kırmızı puantiyeli eteğini savurarak gülümseyerek dans eden güzel kalçalı kadın olmadığını anlayacaklardır...

18 Şubat 2013

Yeni Dünya 18: Yedinci Sanatın İni

Holywood bulvarından
Hollywood... Şaşırmıyorum diyorum ya Amerika'ya, tek müsebbihi yedinci sanat işte. Nasıl işlemiş hayatımıza bilemezsiniz. Öyle aşinayım ki kültüre, öyle evimizin içindeymiş ki Amerikan kültürü, gördüğüm her şeyi ilk defa görüyordum, yine de yıllardır tanışıktım. Dünyanın en ünlü plajları; Malibu, Venice, Santa Monica, New Port -aklınıza gelen birçok aktörün yatları burada demirli- Long Beach... Gördükçe ya Miami Vice dizisi geliyordu aklıma, ya da gençlik filmlerden biri işte. Şaşırmamak beni üzüyordu bir yandan. Heyacanlandırmasını bekliyordum çünkü. Cam ekrandan gördüğüm pek çok şeyi canlı görmem öyle yapmalı oysa; heyacanlandırmalı, fakat alışkanlığın trajedisi bu işte. Mekânların filmlerdeki gibi olmasını beklemezsiniz genelde, hatta nasıl olsun ki bile diyebilirsiniz, netice de biri sahnedir biri gerçek. Fakat burada Los Angeles'ta öyle. Binalar, sokaklar, insanların hareketleri, davranışları her şey ekrandaki gibi sanki. Kızmıyorum kendimize. Kültür geçişlerinin medya sayesinde ne kadar güçlü olduğunu, yapacak bir şey olmadığını düşünüyorum, tabii kendinizi tamamen kapatmazsanız. Kuzey Kore gibi, eski Sovyetler 
TCL Çin Tiyatro binası
Birliği gibi. Çin'de yeni yeni açılıyor mesela, o nedenle okuldaki Çinli arkadaşlar bizden daha çok şaşkındı. Hele medya; sabah kadın programlarımız, yemek programlarımız, yarışmalar zaten kopya, buradaki Çarkıfelekteki sunucu bile Mehmet Ali Erbil gibi. Ya da tersi, bilemedim şimdi. Hele hele haber programları, sunuş tarzları, ses tonları, spikerlerin birbirine bakarak yorum almaları, sokaktaki spikere bağlanmalar, tekrar geri dönüşler, yeni dünyada olduğuma dair hiç bir iz bırakmıyordu bende. Yaratıcılık zannettiğim bir çok medya uygulamasının çok uzun zamandır var olduğunu görmek asıl şaşırtıyordu beni. 

Hollywood bulvarı; bizim Yeşilçam dediğimiz sokaklar gibi. Daha şaşalı, hayalinizdeki parıltılı dünyayı bekliyorsunuz belki de ama değil. Ben Yeşilçam'ı ilk gördüğümde de Hollywood'u gördüğümdeki duyguyu hissetmiştim. Kirli sokaklar, gece klupleri, sabahçı kafeleri, dövmeciler, hediyelikçiler, Hollywood diye bağıran istismarcılar, afişçiler, eski filmciler, ve figuranlar. Beyoğlu gelmiyor mu aklınıza... Burası Hollywood işte, rüyaların gerçeğe dönüştüğü yer. Böyle deniyordu Pretty Woman filminin başında. Pembe bina Pretty Woman filminde Julia Roberts'ın önünde beklediği kafe, şimdi, ister inan ister inanma isimli bir popkültür müzesi. Asıl sinema şirketleri tepelerde, oyuncular, yönetmenler her biri tepelerde. Onların çekebildiğim resimlerini Beverly Hills, bölümünde ekleyeceğim. 

Şimdi müze, Pretty Woman filminde bir sahnede kafe.
Uzun bir yol Hollywood bulvarı. Beverly Hills bulvarı ile kesişiyor ilerde bir yerde. Dolby Tiyatosu denilen ve Oscar törenlerinin olduğu daha merkezi yer aynı zamanda o ünlü yıldızların olduğu cadde. Sıradan, kaldırıma çakılmış yıldızlar işte. Böyle insanlar bütün gün üzerinden gelip geçiyor. 


Üzerlerinde yıldızların ismi kazılı. İlk çakıldığında her oyuncu geliyor kendi yıldızını yerleştiriyor felan vesaire. Başka da bir özelliği yok. İlk 1956'da başlamış bir popkültür uygulaması. Bir de aşağıdaki gibi lini ayağını çimentoya yapıştıranlar var işte. Ondan gayrısı, dükkanlar, hediyelik eşyacılar, hamburgerciler, kafeler, otoparklar. Şık yerler değil ama, gayet salaş, gayet sıradan. O kırmızı halı organizasyonun bu caddede yapıldığına hayatta inanmazsınız. Sonra, sonra işe Beverly Hills denen en pahalı markaların, arabaların, evlerin birbiri ile yarıştığı bölgeye geliyorsunuz.

Bu gezi Nisan ayının başlarındaydı. Nerdeyse 5 aydır çok istememe rağmen bir saatlik yoldan buraya gelememiştim. Kimsenin ilgisini çekmiyordu nedense. Hele Şubat ayında, şuracıkta oyuncular caddede yürüyordu, Oscar ödül törenleri vardı ve ben bir saat uzaklıkta yurtta ders çalışıyordum. Sonradan niye o gece tahminim kadar heyacanlanmadığımı düşünmüştüm; orada yaşıyor olduğuma alışmıştım ve yaşayan diğerleri gibi, sıradan insanların her sene olan sıradan bir  olayı olduğunu kabul etmiştim. 


Hollywood bulvarı bir parça hayal kırıklığı olmakla birlikte güzeldi. Sonuçta bana yalan söylememişti, kendini değil başka, hiç anlatmamıştı, onu muhteşem, parıltılı ve başka hayal eden bendim, kırıklık olmaması gerekirdi. 
Buraya yabancı öğrencileri en çeken şey dövmecilerdi. Dediklerine göre Los Angeles'ın en iyi dövmecileri buradaymış. Eh bizim Andressa'da kaçırır mı, yaptırdı tabii bir tane. Hem de ilk dövmesini. Ben yaptırmadım. Bir Çinli Amerikan bayrağı yaptırdı. Kapitalizmin Mao'yu böyle yeniyordu. Ütelik takma adı Marlen (Marks-Lenin) olan bir Çinli'ydi. Sokakta onlarca film karakteri rolüne girmiş insan vardı, onlarla fotoğraf çektirip para veriyordunuz. En çok kim mi vardı, tabii hollywood'un en güzel kadını... 

17 Şubat 2013

Ölmüş...

"Babam ölmüş"
"Ölmüş mü gerçekten ?"
"Ölmüş..."
"Öldü mü yani şimdi?"
"Öldü..."

Hakikat; ona ulaşmak için ödediğimiz "bedeldir"... Başladığımız yere döndüğümüzde tamamladığımız "çemberdir"...



14 Şubat 2013

Yeni Dünya 17: Kırmızı Köprülü Şehre Doğru

2012 kışının Aralık ayıydı. Ülkenin en uzun dini ve resmi bayramı olan Noel gelmişti; iki iş günü. Evet, bu uzun bir tatil. Resmi olarak iki gündü ama o hafta para kazanmak yavaşlamış harcamak hızlanmıştı diyebiliriz.

Herkes yeni yıl tatili planları yapmıştı. Bizim Andressa'da NewYork'a mı gitsek, Boston'a mı baksak diyerek her gün yeni bir fikirle geliyordu. O olmasa kasabadan dışarı çıkarmıydım bilmiyorum, en azından dört beş ay kampüs içinde otları ezberler hiçte şikayet etmezdim sanırım. Öyle hevesle ve şirinlikle gelirdi ki, bakalımla başlardım e iyi peki şöyle gidebiliriz aslında ile kapatırdık konuyu. NewYork karışık, Boston soğuk diyerek San Francisco'da karar kıldık. Ayrıca orada benim Türkiye'den tanıdığım bir Amerikalı vardı, onların evinde kalacaktık, daha ne olsundu. Yalnız tanıdığıma bakın; Türkiye'de gittiğim İngilizce kursundaki Amerikalı öğretmenin San Francisco'daki evi. Sen Amerika'ya git, o da orada olsun ve git evinde kal. Şimdi Stanford'da doktora eğitimi alıyor. Orada da öğrencisi olurum belki, kimbilir? Hiç gülmeyin, olur mu öyle şey, diyeceğim çok şey gördüm ben ahir ömrümde...

Sekiz dokuz saatlik yol. Otobüsle gidelim dedik, koca gün gidiyor ve saatleri uymuyor. On sekiz yaşına basan kedilerin dahi arabası var, kara toplu taşımacılığı neredeyse hiç gelişmemiş. Uçak desek pahalı geldi. Öyle mi böyle mi derken, araba kiralayıp iki kişi kullana kullana gitmeye karar verdik. İki kadın sekiz saatlik yolu tek başına aabayla?! Üstelik pasifik okyanusunu kıyın kıyın geçerek, amanın nasıl derken, ay öyle güzel oldu ki... Hele arabamız keyfimize kaymak oldu. İşte şu gördüğünüz minik böcek.
Sabah Andressa başladı. Ben yol tarifi yapıyorum telefonun navigasyonundan. Bir kaç kez yanlış otoban çıkışlarından çıkardım, geri döndürdüm ama, on dakikalık kayıpla 5 nolu otobana girmeyi başardık. Az biraz surat astı tabii. E diyorum; biliyorsun bu navi şeysini hep karıştırıyorum ben. Oysa yol tabelalerı vesaire de çok düzgün. Elinizde eski usul harita da yeterli olur, kasabadan doğru otobanı bulmak az biraz sıkıntı ama en olmayacak şey birilerine sormak. Sorun mesela, abi San Francisco otobanına nasıl gireriz, diyeceği, 'google la lütfen bilmiyorum. Sahiden de bilmiyor. Düz yola girince aldım ben. Daha doğrusu Andressa uykumun açıldığından emin olunca verdi. Sonrası oturup etrafına bakmak kadar kolaydı. L.A. merkeze gelmeden 5 nolu kuzey otobanına girin, hiç bırakmayın, Yol ayrımında 580 nolu otobana geçin. Köprüyü geçmeden son sağa sapın, işte oralarda bir yerde benim arkadaşın evi. Hemen hemen bu kadar basit.

Hız sınırları önemliydi. Hem ceza yiyerek durup zaman kaybetmek hem de başımız derde girsin istemedik haliyle, dikkatli dikkatli gittik. 70,80 gibi hız sınırı tabelaları görüyorduk, bizde 65'lerı geçmemeye çalışıyorduk. Yalnız bir tuhaflık vardı. 65 ile gidiyorduk gitmesine de, nasıl uçuyordu araba... Yanımdakiler bazen geride kalıyor bazen vııın diye geçiveriyorlardı. Hız algım körelmiş herhalde, ya da yollar ve araba o kadar iyi ki, daha bir hızlı hissediyorum, olsa gerek diyordum kendi kendime. Bir iki saat gittim böyle. Andressa uyuyordu. Uyusundu canım benim. Sabah benden kırk-otuz dk önce uyanmış, sırf ben biraz daha uyuyayım diye her şeyi hazırlamış, anca kendi giyinmem kalacak şekilde kaldırmıştı beni. Bir ara, hız sınırını aşmıyorsun değil mi, diyerek kaldırdı kafasını. Gülerek, ay aşmıyorum ama hiç 60, 70, ile gidiyor gibi değiliz, bu nasıl bir şey anlamadım, dedim. Ya Azize ya, dedi. Aynen böyle dedi. Arada Portekizce bir şeyler de dedi, anlamadım. Kötü bir şey dediğini sanmıyorum, gülmeyin. Kaç aydır şuradasın halen alışamadın, ne kilometresi, mil bunlar mil. Şu an yaklaşık 120 km ile felan gidiyorsun, dedi, 80'ni gösteren ibreye parmağını dikerek. Ay hayatımda ilk defa 120,130 kilometreye çıktığıma mı sevinsem, salaklığıma mı gülsem kalakaldım bir an. Andressa mahmurluğuna döndü, ben biraz ayağımı frenden çektim.

Bilmeden daha cesur oluyor insan, hemen ayağımı çektim biraz gazdan... İki tır şoförü bana selam çaktı. Biri "nice car meeem- güzel araba", diye bağırdı camdan. Bildiğin dövmeli pazulu Meksikalı'ya benzeyen Amerikalı'lardandı. Gözümü yoldan ayırmadım, tırların peşine takılıp ilk mola yerinde de durdum. Neme lazım uzaklaşsın onlar...

Yedi sekiz saat sürmedi. On saati mola ile ama dert değildi. Önemli olan yolda olmaktı. Akşam sekiz gibi arkadaşım bizi bir benzicide karşıladı. Telefonların şarjı bitmek üzereydi, benzin bitmek üzereydi ve navigasyona rağmen sokakları karıştırdık. Geldi, benzin almakta yardım etti. -En sevmediğim işti araba kiralama sürecinde, kendin alıyorsun ve biz o aletleri kullanmayı bir türlü tam yapamıyoruz, benzin akıyor, panikliyoruz vesaire.
Annesi ve babası bizi bekliyordu. Bembeyaz saçlı, uzun boylu bir kadın, bu kutsal günde tanrı misafirisiniz, hoş geldiniz, dedi. Padraic'le iki günlük şehir gezi planının üzerinden geçip, uyuduk...

Aralık 2012,