19 Kasım 2012

Yeni Dünya 4: Dil Okulu

La Verne; küçük, 'University of La Verne' öğrencileri sayesinde gelişmiş, 'Los Angeles'a 1 saat uzaklıkta bir kasabaydı. Tam istediğim gibiydi. İstanbul'un karmaşasından sonra her yere yürüyerek gidebileceğim, sokaklarını yürüyerek, insanlarını görerek tanıyabileceğim, bol yeşillikli, güvenli, sessiz sakin bir yerdi. Son güncellemelerle 2012 yılı nüfusu 35,000.- idi. Altı ay içinde bir tek adli olay olmuştu; dağlık arazide bir kişi bir polisi öldürmüş, kasaba bir hafta bunu konuşmuş, korkmuştu. Biz de tabii, kuaför Amanda, tütüncü dükkanının sahibi Ürdün' lü Frank, köşedeki K marketin kasiyeri Christina ile.  

Yalnız, 'California' her yere yürüyerek gitmek hayali için en yanlış eyaletti. Tüm eyaleti yürüyerek dolaşma hayali kurmamıştım tabii ki. Dediğim; Burası Amerika'nın gelir seviyesi en yüksek eyaleti idi. Holywood ahalisi burada yaşıyordu ve her şeyin 'en' i buradaydı. 'Beverly Hills" mahallesi gibi, değil Amerika'nın, dünyanın en pahalı evleri burada idi. En lüks arabalar, en pahalı markalar, en ... tekneler, en ... plajlar, 'en' ne demek ise, o buradaydı. Amerika' yı keşfedenlerin daha da zenginlik hayali ile göç ettikleri 'batı" idi burası işte. Yerleşim de o eski zaman alışkanlıklarından kalma, dağınıktı. Dolayısıyla arabanız yoksa ayaklarınız yok gibiydiniz burada. Ama dediğim gibi La Verne kasabası kendi içinde benim için yeterliydi... Kasaba haberlerine ara dönmek üzere burada keselim derim... 

İlk Pazartesi sabahı saat 07:50' de oda arkadaşlarımızla beraber okulun önünde idik. Seviye tesbit sınavının yapılması, okulun, bölgenin tanıtılması, gerekli resmi işlemlerin tamamlanması için. Çok mutluydum. Yurttan çıkmış, uzun yıllardır ilk defa yürüyerek varmam gereken yere varmış, kuyruk beklememiş, bir kaç vasıta değiştirmemiş, araba kornası dinlememiştim. Servise koşmamış, uyuyup uyanmamış, ne zaman boyun fıtığı olacağım diye düşünmemiştim yol boyunca... Ağaçlar arasından yürüyerek, her sincap gördüğümüzde Jie ve Andressa ile birbirimize bakıp, gülümseyerek okula varmıştık. Seviye tesbit sınavımıza girdik. Sınav çok şaşırtmadı ama sonuç değerlendirmesi şaşırtmıştı.

ELS dil okulları Amerika'da çok yaygın. Yaklaşık iki bin üniversite içinde altı yüz üniversite, mezuniyet sertifikalarını "toefl" yerine kabul ediyor. Yani sizden herhangi bir sınav ile ingilizcenizi ispat etmenizi istemiyorlar. "ELS" dil okulları üniversitelerle bağlantılı, çoğu ofisi de çeşitli üniversitelerin dil hazırlık merkezi olarak kampüs içinde konuşlanıyor ve çalışıyor. O nedenle eğitim sistemleri de üniversite müfradatları ile aynı işliyor. Aynı disiplin ve yoğunlukta. O üniversitenin öğrencisi oluyorsunuz, her imkanından faydalanıyorsunuz. Yurt dışında lisan eğitimi alacaksanız bana göre şuna karar vermiş olmalısınız; "Ne için ingilizce öğreneceksiniz?"  Para tabii ki önemli bir kriter, ama paranızın tam yerini bulması için bu soru da sorulmalı. Elbette yeni bir lisan sahibi olmak olabilir, bunun ötesinde, "kısa vadede ingilizce ne işinize yarayacak." Akademik ingilizceye mi ihtiyacınız var? Uluslararası bir şirkette ya da güneyde bir otelde mi çalışacaksınız?  Misal; "ELS" pahalı bir dil okulu ancak akademik ingilizce öğrenmek için iyi bir  tercih. Yok eğer, bunun dışında ise amacınız, gidebileceğiniz en ucuz kursa gidin, bir kaç arkadaş edinin ve ingilizceyi konuşarak öğrenin.
uzak topraklar
Andressa ve Jie okul yolunda. Bahçeli bina yemekhane.
Seviye yerleştirme sonuçları şaşırttı demiştim; bizdeki dil kursları gibi sınav sonucu sizi bir tek
uzak topraklar
Öğle yemeği tatilinde bir sincap. Karşı bina bir derslikti.
seviyeye yerleştirmiyorlar. Bir kere dersler çok çeşitli: dil yapısı, yazma, okuma, kelime bilgisi gibi. Her birinden ayrı sınav oluyorsunuz. Yani; dilbilginiz gelişmiş, konuşmanız zayıf ise buna göre bir ortalama alıyor. Sizi dilbilgisinden bir seviyeye yerleştiriyor ama alt seviyeden konuşma sınıfına yolluyor. Eğitimin gücü, derslerin yapılanmasından ziyade sistemlerinden kaynaklanıyor. Öğrenciler değil öğretmenler çalışıyor en çok. Her derse hazırlıklılar, dinamikler. Bize söylenen "sizin yapmanız gereken tek şey çalışmak" yalanı burada gerçek. Bizde yalan, çünkü öğrenme yollarımızı biz kendimiz bulmak zorundayız. Burada sistem ve eğitmenler bununla görevli. Her bir dersten başarılı olabilmeniz için detaylı bir yazıyı size okuyorlar ve imzanızı alıyorlar. Yani, yazma dersinden geçebilmeniz ve başarılı olabilmeniz için hafta da şu kadar yazacaksınız, çalışma gruplarına katılacaksınız, gerektiğinde hocanızı şurada bulacaksınız gibi. Burada ki teyit biraz da daha sonra "bana bunu söylememiştiniz, bu dersten nasıl geçebileceğimi bilmiyordum" sorunuzla karşılaşmamak için. Bu doğru; Tanrı'dan korktuklarından daha çok hukuki sistemden korkuyorlar.

Ve disiplin; dersler sabah 08:00 de başlıyor. Her ay bir kur atlıyorsunuz. Eğer dört kez derse geç gelirseniz bir kez yok yazılıyorsunuz. Dört kez yok yazılırsanız o dersten otomatikman kalıyorsunuz. Ve derslerin ortalaması kur geçme notunuzu belirlediği için, bir dersten kalmanız demek diğer derslerin notlarını maksimumda tutmanız anlamına gelebilir. Bize göre geç kalmak; 10, 15, 20 dakika gibidir değil mi? Hayır, geç kalmak demek, 5 dakikadır. Eğer 20 dakika geç kalırsanız zaten yok yazılıyorsunuz. Açıkçası uzak doğulu arkadaşlar bu sistemde hiç zorlanmadı, ben hayatımda o kadar disiplinli ve kuralları takip eden insanı bir arada az görmüştüm açıkçası. Ama kasabanın tek Türkiye'lisi ben ve Suudi Arabistan' lılar alışmakta zorlandık, ne yalan söyleyeyim.

Devam edecek... 


Kasım 2012, La Verne, CA

12 Kasım 2012

Yeni Dünya 3; Üç Kişilik Oda

Bir kaçı bahçede olan, göz alabildiğince palamut ağacı doluydu etraf. Ve göze görünen canlı olarak sadece sincaplar vardı. Yurdun numarasını çevirdim. Kimse cevap vermedi. On-on beş dakika sonra diğer binadan çıkan kıza kendimi tanıtıp, ne yapacağım ben şimdi feryadını ettikten sonra, kendisi bir yerleri aradı ve benim önünde beklediğim binadan birileri çıktı. 
Valizlerden birini merdivenin dibine bırakıp, diğerini yukarı sürümeye başladım. Aşağıda bekleyen kıza; "Diğer valizim burada kalabilir değil mi?", gibi bir şeyler dedim. Bilemiyorum o ne anlamıştı ama, döndüğümde valizin başında bekliyordu, "Artık gidebilir miyim", dedi. Hizmet anlayışlarına ilk şaşkınlığımdı bu.Yurt sorumlumuz Chr... elinde benim dosyam ile bekliyordu. Dış ve iç kapı anahtarlarımı elime tutuşturup, odanın kapısına kadar geldi. Kapıda üç kişinin adı yazılıydı: Andressa, Jie, Aze...
Oaks yurt binası, La Verne, valizimi sürüklediğim merdiven, foto; Aze


Açtım kapıyı.
Bir ranza, bir yüksek yatak, üç masa, üç sandalye, ikisi gömme olan üç gardırop, üç komodin, en fazla 20 metre-kare olan bu odaya nasıl sığmış şaşmış kalmıştım. Şimdi bu aldatmaca değil de neydi! İnternetten gördüğüm hiç bir oda resminde ranza yoktu. Odaların tanıtımından böyle olabileceği hiç anlaşılmıyordu. Sorun değildi, çünkü yapacak bir şey yoktu, ama bu kadar küçük ve konforsuz bir alana ayda 650 Amerikan doları ödemiş olmak biraz ağrıma gitmişti doğrusu. Aynı ücrete tek kişilik odada aile yanında kalma şansım da vardı, ama hiç düşünmemiştim. Yurt ortamlarını her zaman daha çok sevmiş, daha eğlenceli bulmuştum. Ve daha güvenilir hissetmiştim... 

Andressa, pencere önündeki yatağının üzerinde kucağında İngilizce dil bilgisi bir kitap ile oturuyordu. Jie, benim alt katımdaki ranzasına çarşaf sermeye çalışıyordu. Ad-soyad, çalışıyor muyuz, öğrenci miyiz, kaç yaşındayız, yolculuğumuz kaç saat sürdü, hangi şehirden geliyoruz; ilk sorularımızdı. Onlar İstanbul'u başkent sanıyordu. Ben, aslında mesleğimden de ötürü biraz, Sao Paola'nın başkent olmadığını biliyor ve Guangzhu' yu daha önce duymuş olmakla sevinçliydim. 
Yabancılar ülkelerine dair çok popüler olmayan şeyler bilindiğinde seviniyorlar çoğunlukla. Ben de öyle. Nereye giderseniz gidin, doğduğunuz topraklara ait oluyorsunuz galiba... "İnsanın bastığı topraklar altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın adamı değildir.", dememiş miydi Marquez...  
Andressa'nın pencere önü yatağı.
Ben kendimden beklenmeyen bir dikkatle tüm yurt kitapçığını okumuş, yorgan-yastık-çarşaf vs. verilmediğini öğrenerek yanımda getirmiştim, üstelik çift getirmiştim. Andressa' nın yoktu, benim yedeklerimi ona verdim o gece. Ne kadar sevinmişti! Ama üçümüz de elbise askısı getirmemiştik. Ve elbise askısı olmadan mümkün değil yerleşemezdik. Bir kaç kişiden birden market tarifi aldıktan sonra, bir kaç temizlik malzemesi de almak üzere yollara düştük.
Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra markete ulaştık. Yol boyunca her birimiz neden-niçin gelmiştik, geride kimleri bırakmıştık, dönecekmiydik, neden bu bölgeyi seçmiştik hepsini öğrenmiştik. Bilgi paylaşımı konusunda kızların özel bir yeteneği ve çoğu zaman faydalı olan bir yakınlığı vardır. Bu yarım saat içinde, üçümüzün de finans sektöründe çalışmış olduğunu, elbet döneceğimizi, büyük şehirlerden sonra küçük bir kasabada soluklanmak istediğimizi, ve bir parça depresyondan sonra kendimizi buraya attığımızı konuşmuştuk bile... Üçümüzün de benzer geçmişlerinin olması ilginç ve güzeldi, ama kasabanın iki büyük marketinde elbise askısı yoktu...

11 Kasım 2012, La Verne, CA

11 Kasım 2012

Yeni Dünya 2; Varış...

Sırtımda, suya bulanmış tuz torbasına dönüşen dizüstü bilgisayarım, önümde iki valiz bir çanta havalananının önünde geldim mi şimdi diye düşünerek servis aracını bekliyordum. Altmış dolarlık parasını iki ay önceden ödediğim, üstüne on dolar bahşişi de peşin peşin verdiğim servis aracı ya gelmezse?! Öyle sinirlenerek çıkmıştım ki içeriden aklıma bile gelmiyordu.
Söylüyorum pasaport-giriş görevlisine; "dil eğitimi için geldim." "Neden geldiniz", diyor? "Dil eğitimi, aha bunlarda belgeleri; üniversite, yurt, servis aracı hepsinin bedelini peşin peşin ödedim, işte burada", diyorum. Tüm dosyayı bir orasından bir burasından deşiyorum. O da belgeleri evirip çevirip bakıyor. "Neden geldiniz", diyor ? "Yüksek lisans yapacağım sonra", diyorum. "Tamam, diyor," ama neden geldiniz?" "Yani, okula geldim?!" Ben mi anlamıyorum diyorum. Soruyu tekrar ettiriyorum, yok, aynı soru. "Eğitim için mi geldiniz", dedi en sonunda... Hey Allahım! Sen sabır ! Şu soruyu ağzından alabilmek için ne uğraştım. Bilgisayara cevap diye ağzımdan çıkanı yazacağından mı , bana mı garez hissetti bilmiyorum. " Evet!, eğitim için" dedim bir solukta... Bastı kaşeyi... Yine de sinirlenmedim. Yine de üzülmedim. Bekliyordum biraz kargaşa. Ta ki, benden sonra bankoyu kapatıp önce önündeki dezenfekte suyuyla ellerini silip, sonra da yerinden kalkıp lavabo yönüne doğru gitti ya! İki damla gözyaşı akıttım. Ben o belgeleri gözüm gibi sakındım, poşet dosyalara tek tek sıraladım, benim elimden başkası da değmemiştir, bana bişi olmuşmu bir bak, sana olacaktı!?

Neyse ki servisteki yine bir Hint asıllı Amerikalı'nın "ingilizceniz hiçte fena değil" yakıştırmasının ve trafiğin olmamasının ferahlığı ile kendime geldim az biraz...

Los Angeles'ın tanıdık otoban yollarını, gökdelen binalarını bitirip bir saat uzaklıktaki kasabaya yaklaştığımda sonbahar olduğunun farkına vardım. Son olsun, ilk olsun bahar güzel bir mevsimdi. Buraya da pek yakışmıştı.  Hele yurdu görünce, olsun, girişim öyle oldu ülkeye ama kalışım öyle olmayacaktı sanki...














Bizim prefabrik, beyaz badanadan başka boyamız, dikdörtgenden başka şeklimiz yokmuş gibi binalarımızı hatırladıktan sonra, "burasıymış demek ki," demek güzeldi... Biraz paramız, para olmadan da estetik ve güzellik sahibi olabileceğimize inancımız olsa, olur da , işte...
Yine de biraz erken demişim...

11 Kasım 2012, La Verne, CA

10 Kasım 2012

Ya ahıdkadaki !




"Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür... Ama umutsuzca ölen kişi bütün ömrünü boşuna yaşamıştır."*

*-T. Adorno'nun Minima Moralia kitabında Sartre tarafından söylendiği rivayet edilir.  

Yeni Dünya 1; Gidiş...

Los Angeles denince akla:-)
Üç kişilik odamızda, sandalyede oturmuş Jie' nin sökük gömleğini dikerken düşünüyordum: Hayat ne kadar da çok karşıma çıkarıyor şaşırtıcılığını. Ya da ben hep şaşkınım...Asla planlamadığınız, düşünemeyeceğiniz, hayal bile etmediğiniz şeylerin olabilmesi, ve ne yaparsanız yapın bazılarının olamaması gibi...

Hayatımda ilk defa on altı saat bir uçakta havada kalacaktım ve benim en çok düşündüğüm yanımda kimin oturacağıydı? Batıya gidecek olmama rağmen önce dört saat Dubai' ye, doğuya doğru gittim. Orada beş saat bekledikten sonra on altı saatlik yolculuk için heyacanlımıydım yorgunmuydum bilemiyorum. 
O çoktan oturuyordu ben yerime doğru ilerlerken. Önce arap zannettim, yaklaşınca anladım. Bir hintliydi: Doda. Doğal olarak bir bilgisayar programcısıydı. Neden Hindistan gençliğinin ya da neden Hindistan'ın artık böyle anıldığını sordum ; para parayı huy huyu, iş işi çeker benzeri bir açıklama yaptı.

Bazen uyudum, bazen kitap okudum, iki film izledim, müzik ve Doda' nın horlamasını dinledim ve Hindistan kast sisteminden, Oracle programları ve iş akış programlarının yazılması dahil Doda ile konuştuk.
Emirates Hava yollarının hem yiyecek içecek hem de eğlence sistemleri hakkındaki ünü beni hayal kırıklığına uğrattı. Sabah kahvaltısını ki, havada kaç sabah geçirdik bilemiyorum, öğlene doğru, öğlen yemeğini de akşam yedik. Arada bir şeyler isteyebiliyor muyduk bilmiyorum ama bir kahveyi 1 saat sonra getirdiklerinden başka bir şey istemeyi denemedim. Dünyanın etrafında döndükçe, bir ülkenin sabahından diğer ülkenin sabahına geçiyor olabilirdik. Doğudan batıya doğru gittiğim dışında, zaman değişiklikleri konusunda hiç düşünmek istemedim, her düşündüğümde işin içinden çıkamıyordum çünkü. Cam kenarında oturmak için elimden geleni yapmıştım ama böyle çok uzun yolculuklarda dezavantaj olduğunu uçakta anladım.  Kıtayı ya da okyanusu o kadar uzaktan görmeniz ne mümkün ne de anlamlı, bulutlar her yerde bulutmuş net olarak anladım. Arada yürümek istediğinizde ki çok gerekli, uçak içinde iki saatte bir en az iki tur atmanız, ya da yerinizden kalkmak istediğinizde uyuyan insanları uyandırmak zorunda kaldığınızdan hiç kolay olmuyor, can sıkıcı hatta. On altı saat? Tanrım nasıl geçecek diyordum, beş değil, on değil, on beş değil; on altı saat! On saatten sonra fena değildi. Uykusuz olmama rağmen çok uyuyamadım ama iki film izlemek vaktin geçmesini oldukça kolaylaştırdı. Doda'nın sürekli aynı filmi izlediğini sonra anladım. Bir hint filmiydi ve üç saat sürdüğünden aynı filmi üç kez izleyerek on saati daha kolay tamamlayacağını düşünmüş, öyle dedi.  Doda  benim gittiğim La Verne, CA şehrine 20 km uzaklıkta bir şehirde yaşıyordu. Sık sık ya iş ya da henüz ülkeye getiremediği eşini görmeye gittiğinde böyle yaparmış. Gülsem mi, ne düşünsem bilememiştim.
Ortalıkta dolaşan en az on görevlinin kimlere ne taşıdığını, uçağın içindeki ikinci turumda anladım, tabi ki 'business' ve 'first class' yolcularına ne isterlerse anında yetiştiriyorlardı. Onların koltukları yatak şeklinde yatıyor, televizyon ekranları daha büyük ve ekonomi bölümünde bir perdeyle ayrılıyorlardı. 

Ortadoğu halkı Türk'lere ayrı bir ilgi duyuyormuş. Konuşmalarımı duyan bazı İran'lıların ve Arapların gülümseyerek kendini tanıtmalarından ve sorular sormalarından öyle hissettim. İranlı bir aile, bizde senin gideceğin yere yakın oturuyoruz, bir şeye ihtiyacın olursa ara bile dedi. 

Sonunda kara görünmüştü. Ben aynı yolu geri gideceğiz Türkiye ve Atlas okyanusunu aşarak Yeni Dünya kıtasına ulaşacağız diye düşünürken, tam tersine Asya'ya doğru gitmiş, Rusya'ya doğru çıkmış, Türkiye'nin tepesinden bir U çizerek yeni kıtanın Pasifik okyanusu kıyısına varmıştık. Pasifik! Meksikalılar Pasifiğin hafızası yoktur diyorlar. Bilmiyorum neden sebep. Belki de umursamadığındandır sardığı kıtaları... 
University of La Verne, CA

Emirates Hava Yollarının son zamanlardaki reklamı, hedeflenen saatten beş dakika önce alana inmiş olmakmış. Aynen de öyle oldu. Los Angeles saati ile gündüz 1:05 olan iniş saatinden beş dakika önce uluslararası LAX havalimanına indik. Aylardan Kasım, günlerden sıcaktı... Türkiye'de saat neredeyse gece yarısı olmuştu bile. Heyacanla Anneme sağ salim indiğimi haber verdiğimde anladım bunu. Tuhaf işte insan bazı şeyleri bilir ama farkında olmaz. Mesela siz şu anda dünya nüfusunun dörtte birinin Çinli olduğunun farkında mısınız? 
Gömleğini bitirip Jie'ye doğru uzattığımda, "sahi siz ne kadar çoksunuz", dedim. Güldüm. "Biz aynı anda zıplasak dünya sallanır biliyorsun değil mi", dedi. "Siz pilavı o çubuklarla tane tane yemeğe devam ettiğiniz sürece biraz zor", dedim. Güldü...