27 Eylül 2012

" 27 Eylül 2007 "

"Biçimsiz ve bozulmuş bir bedenin bekçisi olan bir insan için, yani benim için, saygınlık nedir? Ben, hayatı, özgürlüğü seven çoğu insan gibi, yaşamanın bir hak olduğuna, ama bir mecburiyet olmadığına inanıyorum."  (Ramon Sampedro) 

İçimdeki Deniz filminin ilham kaynağı Ramon Sampedro ölmeyi böyle diliyor. Yaşamak diyor ; sadece tatma , görme , işitme ve dokunma duyunun çalıştığı bir dünya da "yoktur, olmamalıdır" diyor. Görüyorsun ama uzanamıyorsun, duyuyorsun ama gidemiyorsun, tadıyorsun ama alamıyorsun...Yaşama uzaktan bakmak değildir yaşamak. Yaşamak katılmaktır, içinde olmak, etkilemek, etkilenmek, dünyanın yok oluşuna, yok oluşa doğru gidişine katkıda bulunmak. Saçma sapan dünya da anlamı aramak...Yaşarken yaptığımız her şey son tahlilde hep kendimiz içindir. Ramon, ölmeyi dilerken bazı sevenleri sessizce kabul ediyor, bazı sevenleri çığlıklarla karşı çıkıyor. Sessizler, Ramon için istediği kadar, kendi içinde istiyor O' nu böyle görmemeyi. Çığlıklar, her ne olursa olsun biz seni görebiliyoruz, duyabiliyoruz diyor. Her durumda öznel bir durum. Yaşayan Ramon ise, ölen de O olacak. Devlet otoriteleri buna izin vermiyor. Ne yazık kendini öldürmek için bile bir başkasına ihtiyaç duyan Ramon, devlet ile olan ölüm-kalım savaşından mağlup çıkıyor. Hayatta en belirsiz şey; hangi kapıların açılacağını bilememiz ve hangilerinin kapanacağını. Her zaman bir ihtimal vardır, ta ki ölene kadar...

Beş yıldır her sene böyle yapıyorum. İçinde ölüm geçen bir konudan konuşuyorum, ama seni içine almıyorum. Sen, beş yıl önce iki saat 5 dakika sonra "öleceksin" ... Olur, böyle de olur; geçmiş zaman dibilgisi  gelecek zaman dil bilgisi kuralları içinde de yazılır. İşte bu kuralı günlerce tartışabiliriz de tüm sistemin ne kadar anlamsız olduğunu unuturuz. Bir futbol maçında hakemin bir düdüğü günlerce konuşulur da, tamamına baktığınızda sadece bir oyundur ya, öyle bir şey.
Hem insanoğlunun zamandan yarattığı bu saçma sene-i devriye döngüsü de nedir? Niye o gün, bugün oluyormuş.. Niye bir sene üç ay da bir değil mesela, niye üç ay beş gün de değil anmalar. Hep bir düzen, hep bir sistem uğruna bunlar. Bir şeyleri sistemli yapmak zorundayız. Sistemleri öğretebilirsiniz çünkü ancak. Sistemli olursa bir sonraya taşıyabilirsiniz, sistem olursa zapt-ı rapt edebilirsiniz. O yüzden sevmiyorsunuz, sistem dışında duranları. Sisteme çomak sokanları. Sizden başka sistem kurmaya çalışanları. Ki bu konunun da yazıyla bir ilgisi yok. Konudan konuya - bilinçsizce- atlamayı iyi bilirdim bilirsin, hala aynıyım işte. Hala patavatsızım, tembelim, her yere geç kalıyorum. Bir iyiliği yokluğunun ; daha az kızan var etrafımda bunlara ...  Yokluğun bir şeyler öğretti bize, öğretmez olur mu, severdin sen öğretmeyi ; oldu bak... Sen öldükten sonra şimdi  hayallerimizden bahsederken, ölmez de görürsek diyoruz, ölmez de yaşarsak geliriz tabi, gideriz tabi, yaparız tabi, ölmezsek o da olur inşallah diyoruz. Şimdi, " hangimiz önce ölecek"  şiirini okuyoruz. Senin zamanında Yaz Geçer'i okur, aşık olunca hiç ölmeyeceğimizi sanırdık ya hani. Sen öldükten sonra hep yanıldığımızı anladık, hep yanıldığımızı...
Sen sabahlara kadar Tanrı'nın olmadığına beni ikna etmeye çalışırdın ya hani; yine benden önce anladın olup olmadığını, en çok buna kızıyorum... En çok o tartışmayı senin kazanmana sinirleniyorum, başka hiç bir şeye değil ...
Yaşayanların öleceğini anlayabillmesi mümkün değil. Sen bunu bildiğin için ordasın Tanrı'ım...


26 Eylül 2012

Nesne...İmge...

Buğday Tarlası ve  Kargalar, Van Gogh

( Resme bir süre baktıktan sonra en sondaki cümleyi  okuyun. ) 
Bugün artık irdelenmeye başlayan ama hiç bir çözüme ulaşmamış olan uygulama ve törelere göre kadının toplum içindeki varlığı erkeğinkinden çok başkadır. Erkeğin varlığı kendinde saklı yetkelilik umuduna bağlıdır. Bu, büyük ve inanılır bir umutsa erkeğin varlığı çarpıcı olur. Küçük ve inanılmaz bir umutsa erkeğin varlığı da önemsizleşir. Bu yetkelilik umudu ahlaksal, bedensel, yaradılışa göre değişen, parasal, toplumsal ya da cinsel bir umut olabilir. Neyse ki umudunun yöneldiği nesne her zaman erkeğin dışındadır. Bir erkeğin varlığı o erkeğin yapabileceklerini, sizin için yapabileceklerini gösterir. Üretilebilir bir varlıktır onun varlığı.
Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağını belirler. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde, zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiçbir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle öylesine iç içedir ki erkekler bunu bedenden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılarlar. Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan, özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır.Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona. Böylece kadın içindeki gözleyen ve gözlenen kişiliklerini, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayrı iki öğe olarak görmeye başlar. Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır.
Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır.Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü, kendisine nasıl davranılacağını da belirler. Bu süreci bir ölçüde denetleyebilmek için kadın bunu kabul etmeli ve benimsemelidir.
 Bunu şöyle yalınlaştırabiliriz
Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. 
Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye- özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur  ( John Berger, Görme Biçimleri ) 

Avrupa yağlı boya resim geleneğiyle derinleşen bu tutucu "kadın-imge-nü" geleneği günümüzde artık çoğaltılabilen afiş-fotoğraf-reklam ile daha da yaygınlaşmaktadır. Bu, dişinin erkekten başka olmasından değil, "ideal" seyircinin hep erkek olarak kabul edilmesinden kaynaklanmaktadır. 
Kadının doğasına dönüşmüş gibi görünen bu "varlık algılayışı", içine doğduğumuz "koşullandırılmış egemen çevre" algısından mıdır? Denetlenebilir mi? Özgürleşebilir mi? Bunu kadın tek başına yapabilir mi? Bilmiyorum...


(Bu, Van Gogh'un kendini öldürmeden önce yaptığı son resimdir...İmge; budur...) 

23 Eylül 2012

Çıkarımlar...

Bir hatırayı başka bir hatırayla örtmeye çalışıyorsak eğer, sormak gerekir; hangisi hangisinden daha değersizdir ?
Bir hatırayı kalbimizle mi yoksa aklımızla mı (beynimizle ) örteceğimize karar veremiyorsak eğer, sormak gerekir; hangisi hangisinden daha değerlidir?
Kalbimiz durduktan sonra neden hayatımızın hikayesi gözümüzün önünden geçer biliyor musunuz ? Beynimiz en önemli hatıralarımızı kutularından çıkararak bizi geri getirmeye çalışır.Yaşadığımız en can alıcı olayları göstererek, güzel ya da çirkin, kalbimizi harekete geçirmeye çalışır. Beyin, kalp durduktan sonra yaklaşık beş dakika daha canlı kalır, tüm enerjisini buna verir.
Beyin, travma ya da şok halinde, acımızın ya da şaşkınlığımızın kalbimize zarar vermemesi için vücudun tüm enerjisini geçici olarak kapatır; bayılırız. Öncelik hep kalptedir.

Bilimsel olarak her şeyin meydana geldiği maddenin bir "karşı-maddesi" vardır. Ve maddeden oluşan her şeyin bir zıddı vardır, Dünya'da ya da evrende. Felsefi olarak "yang ve yin" doğrudur. Yang ve yin birbirine dönüşebilirler. Çember gibi, karşıt kutupları vardır ama dönebilir. Çemberde ileri ya da geri gidebiliriz, iyiden kötüye, acıdan sevince dönebiliriz. "İkilik" ya da çember yasası hayatı anlama yolumuzdur.
'Kalb' arapça kökenli olup çeviren, döndüren, dönüştüren anlamındadır. Bu nedenle çemberin, beynimiz değil kalbimiz olduğuna karar verilmiştir bir zamanlar.
Bir hatırayı örtmek istiyor isek ancak kalbimizle örtebiliriz ya da onunla hatırlayabiliriz. Bu yüzden öncelik hep kalptedir. Ki, beynimiz yaşadıklarımızı tekrar hatırlattığında, bilimsel olarak, artık aynısı değildir. Gerçekte olanı değil, gerçekleştiğini düşündüklerimizden kalanları hatırlarız zira.
Öyle. 

18 Eylül 2012

Damardan alalım 2

" Hiç bir acı duymadan uyandığınızda, biliniz ki artık canlılar dünyasında değilsinizdir."




15 Eylül 2012

Gecenin kapanışı







"Lascia ch'io pianga
mia cruda sorte,
e che sospiri la libertà.
Il duolo infranga queste ritorte
de' mei martiri sol per pietà."

"Bırak ağlayayım
insafsız kaderime
iç çekerek
özgürlük için.
Eğer aralanacaksa
hüznümün perdeleri."

Damardan alalım



14 Eylül 2012

Kulelerimiz...

Babil ülkesinin kulesi yükseldikçe yükseliyordu. Tanrı izliyordu sarmal sarmal gelen insanlarını. Arşa diyordu insanlar, arşa gideceğiz. Ya leyli ya ayni, ya leyli ya ayni dillerinde, yıldızların ışığı gözlerini kamaştırdıkça  yaklaştığını sanarak yükseliyordu kule, kulenin insanları. " Orada bir yerde, orada bir yerde Tanrı ve erişebiliriz oturduğu yere. Biz de orada oturmalıyız, biz ki insanlarız ; biz dünyanın efendileri, yıldızlar, ay, toprak, ağaçlar, geriye kalan canlı mahlukat bizedir, bizimdir. Biz insanlarız, orada oturmalıyız."
Yıkmadı Tanrı. İstese yıkabilirdi, yerle yeksan edebilirdi kuleyi. Etmedi. Çünkü yeniden yaparlardı. Melekler itiraz etti; " Ey, bizleri ve onları yaratan, Ey, onlara da bizlere de ol diyen, Ey, Babil'in bahçelerini onlara bahşeden, neden izin verirsin bu hallerine. Neden, secde ettiklerimizin başlarını öne eğdirmezsin."
Ben ki der Tanrı; " Ben onlara bilgelik ağacını bahşettim yaşam ağacını saklayarak. O yüzden yerde bulamadılar gökte ararlar. Bekledim, hep bekledim yaşam ağacına bilgelik ağacını yeğlemelerini. Onlar için yarattığım ot olmayı yeğlerler sonsuz yaşamak için sorsanız. Sorsanız, toprağa gömülü ağaç olmayı isterler çok uzun yaşayabilmek için, kayıtsızca akan nehirler, hapsedilmiş göller, kıt'aları aşamayan okyanuslar olmayı, lav olmayı bile isterler sonsuza taşlaşabilmek için sorsanız. " Öyle dedi Melekler. " Omuzlarından hep aynı soruyu duyar olduk bizde, bilgelik ağacına hep aynı soruyu soruyorlar ; "yaşam ağacı nerede?"
" Artık onlar için yapabileceğim bir şey yok . Bundan gayrı, başka başka konuşacaklar. Kulakları duyacak, gözleri görecek birbirlerini ama dilleri döndükçe hiç duymadıkları sesler çıkacak ağızlarından, yüzlerce başka şekil yapacaklar seslerinden. Sesleri çizebilen insanlar, yan yana oturacak, şekillerini yan yana getirecek. Ancak aynı şekilleri bilebilenleri, duyabilenleri anlayabilecek birbirlerini" dedi Tanrı. " Aynı şeyi söylemezlerse kuleyi de yapamazlar", dedi Melekler.
Babil'in kulesi yıkılmadı, yapılmadı da. İnsanlar seslerin şekillerini öğrendi. Şekilleri yan yana getiren insanlar çoğaldı. Öğrenenler, diğerlerine öğretti. Aynı sesleri bilenler bir araya geldi. Birleştiler ve atalarının sorusunu hatırladılar fısıltılarından ; " yaşam ağacı nerede?" Her yerden kuleler yükselmeye başladı. İnsanoğlunun kolektif  kibrinin şaheseri Babil'in kulesini bile küçümseyen kuleler yapmaya başladılar. Camdan kuleler, demirden kuleler, her ayrı sesin sahipleri, diğerlerinin kulelerini gördükçe daha büyüğü daha büyüğü dediler. Haset kibre, kibir kana, kan vicdanlarına karıştıkça Tanrı'nın evlerine bile kuleler yaptılar. Sesleri haykırdılar, çanları çaldılar kulelerden...
Melekler tekrar sordu Tanrı'ya; " Ey, insanoğlunu bizden üstün tutan, ne zaman anlayacaklar? Ne zaman anlayacaklar yaşam ağacının bilgelik ağacının kökleri olduğunu. Gökte aradıklarının köklerde gizlendiğini ne zaman bilecekler ?"...Sustu Tanrı. Konuştu sonra. "Elbette, köklere yaklaşacak kadar eğildiklerinde" dedi...

11 Eylül 2012

Söylen...

"... Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşun kalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya. Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak ! Sonsuzluk dediğimiz budur... " (İlhan Berk)

08 Eylül 2012

Hiç Değişmiyoruz : "The Flowers of War" *



" Sizin hiç onurunuz yok mu !? " 
Savaş filmlerinin en iyisi değil belki ama, yüzlercesi yapılsa, biri en iyisi olur da anlar mıyız biz kendimize ne yaptığımızı !? Yapılmalı...İzlenmeli...Umut iyi bir şeydir...
Schindler'in Listesi , Er Ryan'ı Kurtarmak, Pasifik, Günaydın Vietnam değil evet,  ama hikayelerin hangisinin daha acı, daha dayanılmaz, daha akılda kalıcı, daha bizi ağlatan, daha iyi anlatılmış olmasının bir önemi var mı? Gerçeğin nasıl anlatıldığı mı onu var kılan? Hem, anlatan mı anlatamaz, dinleyen mi dinleyemez ?



* savaşın çiçekleri.

05 Eylül 2012

Kavuşmanın Hüznü

Uzun sürer kavuşmalar. Uzun yollardan, hikayelerden, anılardan, hayallerden geriye kalandır. Gerçek ile hayal arasındaki ince çizgide durur kavuşmalar. Hayalin sonsuzluğu gerçeğin kapılarına çarpar. Vedaların sağanak yağmurunu taşımaz kavuşmalar. O, günlerce yağan rüzgarsız yağmurlar gibidir. Çok ıslatır sağanak yağmurlar, can yakar vedalar ancak hızlıdır bulutların rüzgarı, başka hikayelerin, başka yolların bilinirliğini taşır vedaların yoksunluğu. Giden, gitmenin ağırlığını taşıdığı kadar varmanın hafifliğini de taşır. Kalan, gidenin boşluğunu taşıdığı kadar kalmanın masumiyetini de taşır. Umuttur kavuşmalar, umudun belirsizliğinden alır gücünü, lakin acizliğini de. Onca beklemişliğin pişmanlığı, geç kalmış olmanın korkusudur kavuşmak. Sabrın mükafatıdır. Sabır ki; tükenmişliğini ancak muradına erdiğinde gösterir. Sabır ki; minnet bekler, hesap sorar, bedelini ister. Vedalar kısadır, kavuşmalar uzun. Bekliyor olmanın heyacanını, bekleniyor olmanın sevincini hüzne boğar kavuşmanın anı. Hiç bir hikaye yeniden aynı harflerle yazılamaz. Yıldızlar toplar vedaların düşen harflerini, kavuşmalara zor olan kalır; yıldızlardan geri alınan harflerden yeniden yazmak hikayeyi.  Uzun sürer kavuşmalar, dirayet ister ikiyken bir olmak, vedaların kırdığı aynaları birleştirmek. Sevincin arkasına gizlenir kavuşmanın hüznü, içli içli ağlar kavuşma, beklemenin acısını şerhalarından ilik ilik söker, damla damla akıtır. Kavuşmak gibi değildir vedalar, şelalelere benzer gözyaşları; çok akar, hızlı düşer.  Uzun sürer kavuşmalar, çaresiz vedalara gebedir...

04 Eylül 2012

Dünyanın Öznesi

Neden insanlar kendi çektikleri benzer acıları başkalarının da kendi nedeniyle yaşadığını bilirken, onlara karşı hassas davranmazlar? Bir çok nedeni olabilir, bunlar hakkı da olabilir ki, acı, karşınızdakinden kaynaklanmaz . Kişinin dünyayı, olayı, özneyi algılamasından kaynaklanıyordur. Bu nedenle herkes öznesi ve nesnesi aynı olsa bile , benzer, hatta aynı olaylar karşısında farklı acılar yaşarlar. Karşısındakinin acısına haklı nedenleriyle  "ilgili" davranamayan insan, neden kendisi o acıyı yaşarken, karşısındakinin de aynı haklı nedenlerini fark ederek acısını hafifletemez. Daha vefalı, daha duygusal, daha hassas, daha az ya da daha nankör, daha vurdum-duymaz, daha kendini bilmez olsa da insan, özünde bencildir. Bir kere kendi yaşamını, canını her şeyden üstün tutarak sonuna kadar koruma içgüdüsü-bencilliği vardır özünde. Her türlü tehlikeye karşı; hüzne, acıya, üzüntüye, canını içten ya da dıştan yakacak tehlikelere karşı kendini koruma içgüdüsü taşıdığı için bencil olmayan insan olamaz. Bu onun insan olma özelliğidir.

Tekrar ve tekrar ettiğini bilerek neden öğrenmiyor insanın duyguları. Dünya zamanı içinde insanın zeka seviyeleri, öğrendikleri, akıl yürüttükleri değişiyor da duyguları neden değişmiyor? Neden evrimleşmiyor insanın duyguları? Ancak ondan aklıyla kaçabiliyor, kaçış yollarını buluyor ama maruz kaldığında hiç bir şey değişmemiş oluyor. Aynı derecede aşık olabiliyor, aynı derecede acı çekebiliyor.
" Savaş, iç deşer; bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir." ( S.Sontag).
İnsan, doğasının zarar verici güdülerini belirleyip onları değiştirebilseydi, bunlara karşı geliştirilen savunma sistemlerini de sürekli yenilemek, sürekli yeni insan türleri yaratmak zorunda kalacaktı. Her değiştirdiği duygunun diğer insan duyguları ile nasıl etkileştiğini çözemeyecek, her yeni oluşuma karşı yeni savunma sistemleri geliştirilmesi gerekecekti. Bu karmaşa çözülebilir mi, insan bunu ister mi? Hayatın gerçekte " basitliği" içinde yapılabilecek en iyisi bu mu? Oysa insan tüm güdülerini anlayabilecek ve doğru yönde değiştirebilecek ne fırsatı ne de şansı bulamıyordu, daha "doğruyu", " gerçeği" tartışırken. Hem de yine kendi buna izin vermiyordu. Aklıyla yarattıklarıyla insana hükmetme yolları geliştiriyordu aksine. Savaşları canlı yayınlıyor, başka kıtadaki katliamları ince ayrıntıları ile yazıyor, izleyen ile yaşayan arasındaki "gerçeklik" bağını, onları sıradanlaştırarak, uzakta olduğunu vurgulayarak koparıyordu. Bunu en çok, "sempati" gibi iyi tarafta olduğu sanılan duygu üzerinden ilişki kurmasını sağlayarak yapıyordu iktidar. Sempati; acziyetimizim ilanı kadar masumiyetimizin de ilanıdır çünkü.

İnsan, doğaya bazı değişmezleriyle öylece, olduğu gibi bırakılmıştır. İnsanı insandan ayıran en önemli özelliğini, zekayı farklı kılarak Tanrı insana güdüleriyle - duygularıyla baş etme, kendi ırkını yok etme ya da yaşatma şansını vermiştir böylelikle. Çünkü dünyanın öznesi insandır. Ve özne isimdir, isimler eylem, zaman, durum belirtmezler. Onlar zamansızdır. Ancak yanına gelen fiil, eylem ile bir durum ifade ederler. Bunu da insan (özne) kendi seçer, kendi yaratır. Kimi kendi doğasıyla savaşmayı seçer, kimi onu " doğamız bahanesiyle" kendi çıkarlarına kullanmayı. Kimi "bencil" olmayabileceği değerlere inanır, uğruna "vazgeçer", kimi "bilmemenin" rahatlığına . Biri, "zaman" içinde her ne idiyseniz o olmanızı sağlar, her zaman olmuş olduğunuzu, diğeri "uzam" içinde başka bir kişi olmanızı.

03 Eylül 2012

Ölmeli

Söyleyecek bir şeyleri yoksa ölmeli insan. Ölebilmeli, vazgeçebilmeli de.

"Aşkın odu geldi yüreğim harlar
Aşık olan aru namusu neyler
Behey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince. " (Y.Emre)

Neden çocuklarını türlü hastalıklarla, felaketlerle öldürüyorsun Tanrı'm. Seninle kim ilgilenecek herkes öldükten sonra ?... Belki de bu yüzden dünyanın sonu gelmeyecek. Tanrı'da bencil olmalı, insan bu kadar bencilse.
İnsanoğlu kusurlu yaratılmıştır. Kusurları vardır. İnsanlık kendine hayatta kalmayı neden hak ettiğini sormuyor. Belki de etmiyoruzdur. Onun yerine ölümle savaşmak için türlü yollar arıyor. Onu yenemediğini anladıkça, en iyi saldırı biçimi olarak onu sürekli aklında tutmaya çalışıyor. Konuşuyor, konuştukça meşrulaştırmaya kendinden yapmaya çalışıyor. Bilemedikçe çıldırıyor; kendini zincirliyor gözüyle gördüklerine. Anlayan, bilen insan susar.
Hayatınızın bir noktasında hayal ile gerçek arasında seçim yapmanız gerekir. İkisi birbirine çok yakındır. Umarım gerekir.

Duygulardan ; Acı

Hangi acı öldürebilir insanı? İnsanın hangi acıya dayanabilme gücü yoktur? Birinin acısı diğerini hangi ölçüde ve şartlarda etkileyebilir? Sadece acı çeken mi bilir acısını ? Acı, neden saklanmalı çektirenden? İnsana neden, yaşamak zorunda olduğu hissettirilir dayanılmaz hissettiğinde acısını? Neden herkes aynı telkinde bulunur, acının geçeceğine dair? Neden yaşamamak zorunda insan o acıyla? Geçip giden her duygu tekrar ediyorsa, hangisi gerçekti ? Ya gerçek henüz görülmediyse? Hangisine "acı" diyecek insan , daha acısını görme ihtimali bile varken ölmeden ? Acıdan kaçınmalı mı insan? Neden ? Ölmemeye bu kadar tutkun madem insan, neden kaçınıyor acıdan? Neden acıyla yaşamaya hakkı yok insanın?

Me Voy By



Mal de I' amor



01 Eylül 2012

İmasız: "Love and Death" *

Traji-komik. Müthiş ironik, hem de aynı zamanda bir çok şeyi direkt söylüyor. Direkt, doğrudan, gerçek. Komik söylediği için aklımıza önce gülmek geliyor. Sonra birden neye güldüğünüz aklınıza geliyor, duruyorsunuz , yine de kahkaha atmaya devam ediyorsunuz, çünkü çok komik. 1975 yapımı, baştan aşağıya Wooody Allen yapımı bu film "neden savaştığımızı" soruyor, "aşk nedir" diyor. Hemen her diyaloğu bu konular hakkında bir şey söylüyor. Napolyon, Çarlık rusyası, aristokrasi, Rus köylüleri, milliyetçilik, vatanseverlik, cinayet, öldürmek  konuşuyor da konuşuyor filmde...Posteri ekleyip sadece "izleyin diyorum başka bir şey demiyorum" yazmaktı aklımdan geçen. Ama filmin kapanış konuşmasını ve savaş için bence en basit ama en vurucu "soru" olan bir diyaloğu ve bir kaç diyaloğu yazmadan geçemedim. Hatta, filme dair tanıtım cümlelerinden ziyade savaş ve aşk hakkında yazmak daha iyi bir yazı olmaz mı dedim kendi kendime. Sonra, o kadar çok konuşuyoruz ki, her ikisi de ne kadar; olağan, olası, sıradan, her an karşımıza çıkabilir ve unutulup unutulup tekrar yaşanabilir oluyor sanki dedim ve vazgeçtim...
Cepheye gitmeden önce Boris-Woody Allen ve asker arkadaşlarına komutan son konuşmasını yapmaktadır : "Artık cepheye gidecekseniz. Amaç mümkün olduğunca çok Fransız öldürmek, tabi onlarda aynı şeyi düşenecek ve daha fazla Rus öldürmeye çalışacak. Eğer biz onlardan daha fazla öldürürsek biz kazanırız, onlar öldürürse onlar kazanır" Bizim Boris sorar; " Ne kazanılacak? "... Hayat hiçte karmaşık değildir. Yapılacaklar, düşünülecekler, sorulacaklar ve bir çok cevap basittir. Birileri, onlar görülmesin, sorulmasın ve cevaplanmasın diye birilerinin kafasını karıştıracak yollar arar durur sadece. Evet, ne kazanılacak...? Komutanlar ve politikacılar yüzlerce cevap bulacaktır bu soruya lakin, çocukların ve askerlerin tek bir cevabı vardır...
Boris'in içindeki boş bir boşluğu tanımla sahnesi, Napolyon için ; " uluslararası seçkin zalim" sıfatını bulması ve daha bir çok diyaloğun yanında diğer bayıldığım diyalog ; Boris hapistedir, komşuları arasında Raskalnikov, Dosteyevski ve onlara haber getiren Karamazov kardeşler vardır. Bir komşusu avucunun içindeki avuç içi kadar toprak üzerindeki maket evi göstererek, " bak evim ne kadar güzel, yanına bir de havuz ve konuk evi yapacağım" der. 
Boris ; "  Ne güzel, yaşamını boşa harcamamışsın" diyerek cevaplar...


Sanatı sanat yapan şey ne anlatıldığından ziyade nasıl anlatıldığıdır en çok, ben böyle bakıyorum. (mesela bu yazının ne kadar berbat bir anlatım olduğunun farkındayım.) Çok az düşünüyoruz biliyorum, çok çabuk unutuyoruz düşündüklerimizi bile, bir film bittiğinde kaç an sonra unutuyoruz hıçkıra hıçkıra ağladığımız ve aynı şekilde güldüğümüz sahneleri...  
" Ey sanat ! her şeyi hayata dönüştüren " diyerek, bakalım Boris en son ne demiş : 
" İnsanlar beden ve akıl olmak üzere ikiye ayrılır : Akıl; bütün asil emelleri kucaklıyor. Şiir gibi, felsefe gibi. Ama bütün zevkleri beden yaşıyor. Bence en önemli şey acımasız olmamak. Eğer Tanrı varsa onun kötü biri olduğunu sanmıyorum. Bence onun hakkında, ancak temelde pek başarılı olmadığını söyleyebilirsiniz. Her şeye rağmen ölümden daha kötü şeyler var. Eğer tüm geceyi bir sigorta satıcısı ile geçirirseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Buradaki püf nokta; ölümü bir son olarak görmemektir. Bence onu tüm masraflarınızın artık bittiği nokta olarak görebilirsiniz. Aşkı düşününce, ne diyebiliriz ki ! Seksüel ilişkide önemli olan sayısı değil, kalitesidir. Ama diğer yandan sayısı sekiz ayda birin altına düşerse, o ilişkiyi gözden geçiririm. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. Hoşçakalın..." Benim de bu kadar...



* Aşk ve Ölüm