28 Şubat 2012

Kapitalizm: "They Shoot Horses, Don't They? " *

" ... İnsan tabiatının olabildiği kadar adil olmaya çalışacağız ..." **


Para ; insan yaşamı için biz onu takas sisteminin ana aracısı yaptığımız günden beri en önemli enstrüman olmuştur. Eğer insanoğluna yaşaması, daha iyi yaşaması için gerekli olan enstrümanı böyle açık ve net olarak "tek" işaret ederseniz, onu edinmek, çoğaltmak, saklamak, sakınmak ve yönetmek için elinden geleni ardına koymayacaktır. Koymamıştır da. En önemli temel içgüdüsü olan yaşama içgüdüsünün bir gerekliliği olarak görürse işte bunu, yaşamından bile vazgeçebilecektir. Bir diğer insanın hayatı, hisleri, yaşadıklarının ise bu minvalde hiç bir anlamı kalmayacaktır. Bu; kendini dışarıda bırakan "öteki- kötü " insandan bahseder ifadeleri yazanda bir insandır, benimdir, ve bunun farkındadır nihayetinde. 
1969 yapımı Sydney Pollack yönetmenliğinde ki bu filmde o kadar net ki bu tanımlar...

Jane Fonda'nın bu kadar güzel olduğunu unutmuşum. Hele Micheal Sarrazin'in  gözlerinin güzelliğini. İkisinin baş rolünde, tek bir mekanda başlayıp son bulan ama zerre sıkmayan, zamanı hatırlatmayan bir film.  Amerikan halkının şoka girdiği, bir dönem dünyanın efendisi rolünü unuttuğu, artık tek sorununun çok kıymetli hayatlarını sürdürebilmek olduğu o ekonomik buhran döneminde, bir grup insanın alacakları "büyük ödül" için dans yarışmasına katıldıkları bu filmde yapılanlar ile günümüz "reality show" larında yapılanlar hiç değişmedi. Çünkü kapitalizm değişmedi. 
Zamanı, yöntemleri, oyuncuları değişiyor ama insanı kendinden uzaklaştıran sadece kendini düşünen sadece hep daha çoğunu çoğunu daha dahasını isteyen hali hiç değişmedi...Lenin , diyalektiğin tanımı üzerinden olsa da " Gelişme, karşıtların savaşımıdır" diyor. Tuhaf, gülünç bir sonuç yok mu burada ; insanoğlu neden kapitalizmin karşısına onunla savaşabilecek, dünyadaki yaşamının devamı için gelişebileceği bir karşıtlık yaratamadı bir türlü ? Neden kapitalizm 1930' lar da ne ise bugün de öyle...Neden demokrasi çoğunluğun diktatörlüğü ve kapitalizmin sığınağı hala...İnsan doğası bu mu, bu kadar mı?

Atların yarış pistinde burunlarında soluması gibi, hatta aynısı bence insanların yüzlerine yapılıyor filmde. Aynı yarış, aynı düşmeme telaşı. Düşenler vuruluyor, düşenler yarıştan eleniyor. Aynı anda seyirciler, "seyirci" oldukları için yarışmacılara para atarak tempo tutuyorlar...


Pistte ölen bir adamın görüntüsünün seyircilere gösterilip gösterilmeyeceğini soran yarışmacıya verilen cevap : " hayır bu fazla gerçek" tir. İnsanların kurgu-yaşamlarından uyandırmamanın en iyi yöntemini özetliyor..."Reality Show" lar, "gerçeği aktaran" haber programları ile gerçeği kurgulayan dram dediğmiz dizi yada benzer programların arasında bir yayındır. Gerçeği kurgulayarak gerçeğe dönüştürüp sunar, anlaşılmaması için fazla gerçek olmamalıdır...
Final müthiş, sürpriz, beklenmeyen ama olan, olması gereken, haklıydı bence de M.Sarrazin ; atları da vururlar, bundan daha doğal ne olabilir ki ? ...

* Atları da Vururlar, Öyle Değil mi?
** Filmin / dans gösterisinin açılış sözü.

11 Şubat 2012

Başlangıçlar Ve Sonlar: Yere Düşen Dualar

Doğan Kitap, Şubat 2010,  5.baskı
333 sayfa
Yazar: Sema Kaygusuz
Orjinal adı : Yere Düşen Dualar

Başlangıç ; Söylenti : Hakkımda çıkan söylentiler olmasa ne yapardım bilmiyorum. Saçımdan tırnağıma bütün görünüşüm, ada halkının dizginsiz hayal gücünün eseridir. Alabildiğine kısalan sözümü, dediğimi yalanlayan abartılı beden dilimi, hepsinden öte, muğlak bir zaman diliminden şimdiki zamanın perdesine düşen karaltımı tümüyle onlara borçluyum. Beni burada sözcük sözcük, santim santim yarattılar.


Sema Kaygusuz
Ve son ; Mezar kazılırken, Ecmel oturduğu yerden sallana sallana ağıt yakmaya başladı. İnatla vazgeçmediği kayıp dilini şarkı söyleye söyleye diriltmeyi başarmıştı. Bu kez annesinin dilini tümüyle anlayabiliyordu Yaşur. Göl suyunu titreten o sert k'ler, ç'ler, t'ler, vaktiyle bir azarı, bir avazı anıştıran vurgular, meğer ne duygulu sözlerin kilit taşıydı. Ağıt bitinceye dek yüzünü seyretti annesinin. Dudaklarının yayılımını, zayıflıktan sivrilen burnunun ansızın kayboluşunu yakından gördü. Ecmel, kısa bir süreliğine kendinden vazgeçiyor, bir anlığına hiçleşiveriyor, derken birdenbire oluşuyordu tekrar. Bir insanın yer yüzünden havalanması böyle bir şey olmalıydı. Adanmışlık... Tek kelime ile adanmışlıktı yaşamak. 

not: Nedir bu dizi yazının amacı derseniz; işte burada.

Masal Masal İçinde : "Yere Düşen Dualar"

Bozkır. Sararmış otlar. Önde uzanan ve sayılamayacak kadar az araç geçen iki şeritli bir yol. Ekim 'in son günleri. Saçlarımı ağzıma dolaştıran kışın habercisi  bir rüzgar. Ot öbeklerini oradan oraya atabilecek kadar güçlü, sehpada duran bir bardak suyu kıpırdatamayacak kadar yavaş. Oldukça yaşlıyım. Artık uyanıkken zamanın çoğunu geçmişi düşünerek geçirecek kadar yaşlı. Uykunun vaktin çoğunu alacak kadar yaşlı. Eski, eskiden kalma yarı beton yarı ahşap bir ev. Alçak , en fazla iki basamakla çıkılan. Mutfağı yola bakan, kuzeye ve güneşin doğduğu yere bakan. O evin verandadan çatma balkonunda oturuyorum. Artık dünyanın ulaşamayacağı kadar kendine dönük, parçalayamayacağı kadar tam. İnsan eliyle yapılmış hiç bir şeyin sesi yok. Kendini insana adamış dünyanın yarattığı her ses kulaklarımda. Ayaklarımın yere değdiği yarı rahat bir sandalye de içimdeki dünyayı seyrediyorum. İçinde olduğum dünyayı seyrediyorum. Kendimi anlarsam insanı anlarım yanılgısıyla bakıyorum. Kendimi bilirsem dünyayı bilirim yanılgısı ile. Gülümsüyorum...
Böyle düşündüm kitabı okurken çoğunluk. Böyle kurdum kendimi bitirdiğimde de.

İki bölümden oluşuyor kitap. Birbirleri ile konusal bir bağları yok. Tamamlamıyor veya bir olayı iki farklı taraftan anlatmıyor. Birbirlerine değiyorlar. Sanki ne kadar başka başka kitaplar okunursa okunsun bir şeylerin, bazı şeylerin hep aynı olduğu gibi, bunu anlatıyor kitap.

Masallar bende hep mucizevi duygular uyandırmıştır... Şimdilerde çizgi filmlerde aynı hisse kapılıyorum, aynı derece de hayranlık, hayret ve çocuk sevinci... Kitap, masalların gerçekliği ve hayatın masallardan daha şaşırtıcı olabilmesi ile ilgili en çok bana göre. En çok da insanların masalları "kurgu, düzmece" diyerek elinin tersi ile iterken hayata hiç şaşırmadan gözlerini dikip, sarılması ile ilgili...
Bu, bayıldığım "büyülü gerçeklik" akımına güzel bir örnek yine. Sinema da çok örneği vardır;  The House Of Spirits mesela, gerçeklik ve gerçek dışılığın aynı zaman diliminde olduğu ve diğerinin ötekine şaşırmadığı harika bir film. Magnolia ise tamamen iletişimsizlik, birbirimize değmememiz ve hayatta olan bitene hiç şaşırmadan, etkilenmeden yürüyüp gitmemizle ilgili. Filmin finalinde gökten kurbağa yağar. Ben ağzım açık bakakalmıştım, gökten kurbağa yağıyor ve kahramanız sadece silecekleri çalıştırıyordu. Tıpkı gerçekte kirpiklerimizi kırpıştırmamız gibi gördüklerimiz karşısında. Ben hep buna şaşırdım. Ölene kadar da buna şaşıracağım. Bu şaşkınlıktan kurtulup yaşamı kabullendiğim zaman çoktan yaşlanmış olacağımı da biliyorum.

Ölüm. İnsan zamanda ilerledikçe önden gidenlerin cenazeleri ile karşılaşmaya başlıyor. Hele hele arkasından gelenlerin  kendinden önce düşeceğini hiç aklına getirmiyor. Kitap güzel anlatmış; "Aklımızı yitirinceye kadar uzun yaşama güvencemiz Süha'nın  (çocuk) ölümüyle suya düşmüştü." ( s.,27) Yaşamın anlamsızlığının en büyük kanıtı ölüm, yaşamın layığıyla yaşanmasının da en önemli göstergesi. İnsan, geçmişinde var olmuş insanların birden, aniden kaybolmasıyla geleceğinde aynı imgelerin yerine neyi koyacağını düşünür uzun bir vakit. Sonra ya boşlukla yaşamayı öğrenir ya da boşluk bir imgeye dönüşür, öyle kalır. Böyle bakıldığında yine kendine üzülür insan. "Ben ne yapacağım şimdi?..."  Ölümün ölenle bir işi yoktur velhasıl...
"Söyle o zaman, başkalarının geçmişindeki yerin neydi ?" ( s.,199)  Anılarımız dediğimiz;  kendimizi içinde gördüğümüz görüntülerimiz. O görüntülerin şimdiki zamana karışmış eklentileri ile yeniden oluşturduklarımız belki...Zamanla o görüntüden sildiklerimiz ; tıpkı eskiyen telefon defterini yeni defterin sayfalarına taşırken bazı arkadaşların adını yazmamamız gibi artık. Hiç bilemeyiz başkalarının geçmişinden ne zaman silindiğimizi...

Bir çok tanıma, tespite bayıldım. Biri,;  " Görünmek... Görünmeye doyamıyordu bir türlü. Başkaları bakmayınca varoluşunu gerçekleştiremiyordu." s.,315 İnsanlığın en büyük yanılgılarından, zaaflarından biridir bana göre bu. Görünmek, belirgin olmak, fark edilmek, tanınmak, ortada olmak, tepede olmak, iktidar olmak ve orada kalmak insan olabilmenin önüne geçiyor çoğunluk. Aynalarda değil, kendini bir diğer insanda gördüğünde, diğeri tarafından görüldüğünü bildiğinde ancak tamamlanmış hissediyor kendini insan. Katillerin kendilerini yakalatmaya çalışmasının nedeni budur. Göz göze gelme çabalarımız bundandır. Gör beni...
Diğeri ; "algılamadan adlandırma " kavramıydı. Günümüz dünyası o kadar hızlandı ki ; değil algılama  içselleştirme, kendimizce adlandırmaya bile vaktimiz yok. Başkalarının koyduğu isimleri kendi başımıza gelenlere etiketliyor ve yaşamaya devam ediyoruz onlara bizim diyerek. Daha ne olduğu kavranmamış onlarca muhteşem "aşk" üç ay sonra bitince, günümüz aşklarının öldüğü sanılıyor. Aşk kabahatli oluyor bir de.

Böyle böyle şeyler " Yere Düşen Dualar"...
Ben şahsen sayın Sema Kaygusuz'a teşekkür etmek isterim. Yazana da okutana da teşekkür etmeli...

03 Şubat 2012

Zamansız Zaman

Ruska...

Zamandan nefret ediyorum.  Zalimliğinden, imkansızlığından, direnilmezliğinden, umursamazlığından, gücünden, kibrinden nefret ediyorum...
Bir dostumun dediği gibi : "...iyi ki ölüm var..."
Ölüm olmasa;  zamanın durduğu , insanın direnemediği,  insanla ve zamanla artık savaşamadığı anlarda ölüm olmasa n'apardı insan...İyi ki ölüm var...
Hiç bir şey yapılmadığı anlarda zamanın en tepeden bakmasından nefret ediyorum en çok. Bence de zaman ve hareketin bir ilgisi olmalı. Hiç hareket etmezsek, hiç kimse hiç hareket etmezse "zaman" geçmez bence. Zamanı ayarlayacak hareketimiz olmazsa, zaman da geçmez böylelikle...
Böylelikle, saatlece başımızı bir cama yaslayabilir, ruhumuz erene kadar, beynimiz bulanana kadar, başımız ağrıyana kadar düşünebilir, düşünülmedik her şeyi düşünür sonra zaman ile birlikte devam ederiz hareket etmeye. Böyle olabilmeli, bazen devinim durabilmeli...