29 Ocak 2012

Çoğu Gitmiş Azı Kalmış: Yaşam

Ne zaman öleceğini bilmese de insan hiçbir zaman, hep standart bir ömür biçiyor kendine. İstatistiklere göre, genetik geçmişine göre, hayallerine göre, geride bırakmak istemediklerine göre hep hepsini yapacak olduğunu sandığı bir ömür biçiyor...
Buraya yazamadığım , ifade edemediğim bir çok şeyi düşündüğümde yaşamın tanımının bir çok şey olabileceğini ama kesinlikle doğup, büyüyüp, bir sıfat edinip o sıfatın gerektirdiği çevrede o sıfatla ilgili insanlarla gülüp, kavga edip , evlenip, çocuk yapıp, ölmek olmadığına eminim...

Herkesin kendisi için bir tanımı vardır yaşamın, yaşamının. Ne olduğu, nasıl olduğu, ne kadar az ya da çok olduğu değil, böyle bir tanımın hiç  "olmamasıdır." insan için hüzünlü olacak olan....

Hep böyle bir cümleyle dolaşmak gerektiğini düşünüp aynı zamanda bunu düşünerek de yaşanamayacağını düşünmek belki de çemberin adı...İşte o cümle : çoğu gitmiş azı kalmış: yaşam...

Daha önce hakkında bir şeyler yazmaya çalıştığım ; "Never Let me Go"  filminin son cümlesi bu açıdan çarpıcıdır. Organ bağışı için resmi olarak yetiştirilen üç gencin hayatını, çocukluklarından itibaren anlatan filmin sonunda şöyle deniyor :  "Bizim hayatımızın kurtardığımız hayatlardan pek de farklı olmadığını düşünüyorum.  Hepimiz misyonumuzu tamamlıyoruz. Belki de hiç birimiz yaşadıklarımızı tam olarak anlamıyor ve  yeterli zamanımız kalıp kalmadığını hissedemiyoruz."

Onlar öleceklerini, "insanlar"  için bir gün yaşamlarından vazgeçmek zorunda kalacaklarını bilerek büyüyorlar ve bunu sükunetle kabulleniyorlar. Bu filmde beni en çok etkileyen kavram bu olmuştur: kabullenmek...

Böyle Buyurdu Zerdüşt'ten Nietzsche ile bitirelim :  "Çok geç ölür çoğunluk, bazıları da çok erken. Hala yabancı gelir kulaklara şu vecize."vaktinde öl!" Elbette hiç bir zaman vaktinde yaşamayan nasıl ölebilir ki vaktinde?"
Ve size konuyla hiç te ilgili gelmeyecek ama benim için çok ta ilgili olan ; Bülent Ortaçgil ile...

25 Ocak 2012

İçimiz: Kötülük

İçimizdeki duyguları hikayeler üzerinden anlatabilmeyi istemiştim.Korkuyu yazmıştım örneğin geçmişte. Korkmaya dair bir hikaye idi. Kötülük geldi aklıma : ...

Önce kötülük vardı ve şimdi onu alt edip iyi olmaya çabalıyoruz sanki... Hiç kötü olmaya çabalamayız, "iyi bir insan" olmaya çabalarız çoğunluk. Bu nedenle ki bana ; insan,"iyiler" olmaya çabalayan "kötüler" gibi gelir.
Kötülük var olan bir olgu mu yoksa bir bakış açısı mıdır?

"Savaş, iç deşer; bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir." 
Susan Sontag'ın dediği kadar kötü müyüz biz ? 

Evrensel bir ahlak yasasından bahsedemeyeceğimize göre, kötülük daha çok bir bakış açısı olmalı. Öyleyse kötülük sadece ahlak yasalarıyla mı tanımlanır? İnsanlar kendi yazdıkları yasalarda kendilerinin bazı yapacaklarına " kötü" mü demişler o zaman? Ya bunları daha hiç olmadan hayal ederek yazdılarsa... İnsan kötülüğü hayal edebiliyor öyleyse... Ben, insan-oğlunun hayal edebildiği her şeyi gerçek kılabileceğine - iki nokta arasından yalnızca bir doğru geçer mutlak gerçekliği kadar -  inanmışımdır. Bunu daha çok bilime dair düşünsem de yazılan, hayal edilen, resmedilen, şekil verilen; "kötülük" için de geçerli olacaktır...
Kimilerine göre;  kötülük özgür iradenin bir seçimidir ve varlığını onu seçenlere borçludur. İnsanın özgür olduğunun en güzel kanıtıdır kimilerine göre...

Yıllar önce okuduğum Jorge Luis Borges'in "Alçaklığın Evrensel Tarihi" minik öyküler kitabını yeniden okudum bir çırpıda bu vesile ile, her kıtadan ünlü-ünsüz kötülerin anlatıldığı bu kitap ilk 1935 'te basılmış... Dehşetle gördüm ki daha iyiye gitmemişiz kötülüğü hayal etmekte. Hep daha, daha korkuncu daha kötüyü hayal etmişiz sanki...

Son dönem korku filmlerinden "Hostel" serisinin yazarı, oyuncusu, yönetmeni Eli Roth ve bir grup psikiyatrisin yaptığı bir "How evil are you" adlı deneyin çekimlerini izledim geçen haftalarda çok tesadüf tam da bu yazıyı taslakta tutarken günlerdir;  - bir yazıda okudum yine geçenlerde "tesadüf yoktur farkındalık vardır" diyordu, belki öyledir- Kaç kişi üzerinde yapıldığını kaçırdığım deneye göre; iki kişi bir elektrik şok düzeneği önünde soru-cevap karşılaştırmaları yapıyorlar. Soru bilinemediğinde düzeneğin diğer tarafında görünmeyen bir kişiye elektrik veriliyor. Deneklere söylenen elektrik verilen kişiye kesinlikle bir şey olmayacağı ama canının biraz yanabileceği. O kişinin de bir denek olduğu ve bunu kabul ettiği. Deneklerin yüzde yetmişi  sorular bilinemedikçe diğer deneğe elektrik şoku vermeye devam ediyor.
Önlerindeki sözleşme de deneyden her an ayrılabilecekleri yazmasına rağmen, karşı taraftan acı sesler duymalarına rağmen devam ediyorlar. Nedeni; otorite...
Zaman zaman kesmek istediklerinde yanlarında oturan psikiyatris doktor "başka seçeneğiniz yok, devam etmelisiniz" diyor. Deneklerin yüzde otuzu; " sözleşmeye göre devam etmek zorunda değilim, buna daha fazla devam etmeyeceğim, bırakıyorum"  diyebiliyor. Bu yüzde otuz içinden yine çoğunluğu da diğer kişi bu seçimi yaptığı zaman seçimini bu yönde değiştiriyor. Hatta bir kadına neden arkadaşı bırakmayı seçene kadar beklediği sorulduğunda; "o söyleyince bende cesaret ettim" diyor...
İnsanların otoriteye, kendi özgür iradelerine ve topluma karşı olan tutumları açısından ilginç sonuçlar. Ya da bildik sonuçların gözümüze sokulması daha çok. Acı çeker gibi görünen diğer denekler de gerçekte acı çekmiyorlar ama soruları cevaplayanlar çektiğini zannediyor...(Bu deney Stanley Milgram deneyi olarak da bilinir. Bir nedeni de, Nazi subaylarının "ben emir kuluydum, savunmasına karşılık ya da onun hakkında, insanların otoriteye olan bağlılığını ölçmek için yapılmıştır.)

Bir bakış açısı olsa da kötülü ; vardır. İnsana dairdir. 

Ben bir türlü insan türünün değiş(e)meyeceğini kabul edemiyor-dum... Bu yazıyla ve günlerce düşünmemle birlikte bu soru işaretimi de kapatıyorum: İnsan ne daha iyiye gitmiştir ne de daha kötüye. İnsan hep aynıdır... Çağdaş tipte  homosapiens türünün bundan elli bin yıl önce ortaya çıktığını varsayarsak ki bana göre ne kadar geriye gidersek gidelim değişmeyecek, insan türünün güdüleri, ne kadar bilinmezi çözersek çözelim güdülerimizin iyi  ve kötü gidişleri bizimle beraber olacak... Bu da benim en büyük umutsuzluğumdur artık... 

Cennet hiç var olmayacak, olamaz...

13 Ocak 2012

O hikaye

Sordum; daha gelmemiş. On Ocak dediydi ilk sorduğumda o yüzden bugün sordum: "Halletmesi gereken bürokratik işlemler var orada onları bir türlü halledememiş, yirmi beşine erteledi gelişini. Hatta halletmeden gelirsem bu sefer orada kalmam gerekecek üç dört hafta dedi, ben de gel hemen gel, buradan uzatırız ne kadar bürokrasi varsa dedim " dedi...
" Yirmi beşini not alıyorum bak, uzatmasın söyle, kaç kişi takip ediyor de", dedim...

05 Ocak 2012

Aşkın Anatomisi : Sevmek Zamanı

"...Sana dünyada hiç bir erkeğin bir kadına aşık olamayacağı kadar aşığım. Sana aşık kalmak istiyorum..."

Sevmek Zamanı filminden.
Filmin ana konusu bu repliğin üzerinden gider. Tuhaf, anlaşılması zor, hem o dönem hem de kendinden sonraki dönemlerde türünün (?) nadir bir örneğidir. Çekildiği 1965 yılında hiç bir sinemada gösterime girememiştir. Döneminin eleştirmenlerince, kimince deli saçması kimince dehanın ürünü denmiştir. 1963 yılında Türkiye'ye ilk önemli hatta en önemli büyük sinema ödülünü kazandıran Metin Erksan, Susuz Yaz ödülünden iki yıl sonra yaptığı bu filmi tamamlamak için evindeki eşyalarını satmıştır. Öyle bir tutkunun eseridir. Muhtemelen de filmden para kazanamayacağını bilerek yapmıştır bunu.

Kendinin farkında olan yönetmenlerden Metin Erksan. Diyor ki bir röportajında; "Ben onları günlerce düşünüp yazıyorum neden 50 kuruşa okusunlar ki",  eleştiri makaleleri hakkında. Öyle açık ki film içinde; asıl oğlanın asıl kıza, "aşk benim aşkım bundan sana ne" ifadesinin içselliği... Bir yandan da ülkemizin ilk eleştirmenlerindendir. Ömer L.Akad kendisi için; "dahiliğin sınırındadır", demiştir. Ezel Akay Hacivat Karagöz filmini kendisine ithaf etmiştir. O ise; "türünün ilk örneği filmim, yılın en iyi filmi", gibi yakıştırmaları kendi filmleri için kullanan yönetmenler ve bir çok sinemacıyı  "doğdukları yılı milat sanıyor bu insanlar." ifadeleriyle eleştirmekten geri durmamıştır. Zamanında, film için rejisör; " tanrı-kraldır" diyerek, daha yeni yeni "tiyatro oyuncunun, sinema yönetmenindir." önermesini çok önceden söylemiştir.

"...Buraya seni görmeye geldim ama artık görmek istemiyorum. Bütün diyeceğim bu..." Diğer bir çarpıcı repliğidir. Yaşam içinde, o anlarda hissedilen ama çoğunluk ifade edilmeyeni öylece koyuvermiştir ortaya. Ömer Akad'ın hemen arkasından bu filmi getirmemenin bir nedeni de film, çok hayal dünyasından çıkma gibi dursa da anlatım çokça gerçekçidir. Budur der!; Aşk budur, böyledir... Sezen Aksu'nun şarkısında geçen; "aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk" önermesinin sahibi Metin Erksan'ın bu filmde aşkı anlatış biçimi -abartı denilse bile-, "Otomatik Portakal' ın", şiddeti anlatış biçimiyle aynıdır... Otomatik Portakal, şiddetin anatomisi ise, Sevmek Zamanı' da aşkın anatomisini anlatır...
Sevmek Zamanı filminden.
Belki de günümüzde hala konuşuluyor izleniyor olmasının bir nedeni de; kişilerin birbirine önce fotoğraflardan aşık olmasının çok mümkün, sık sık deneyimlenebilen bir süreç olmasındandır. Aşk biraz öyle değil mi; bizim, çerçevemize uygun gördüğümüz bir resmi oturtmamız. Siyah uçuşan saçları sevmemiz en çok, unuttuğu atkısına sarılmamız haftalarca, bir mendilinin peşinden koşmamız bir dönem, kalemini, silgisini saklamamız. O'na ait olan nesneler karşısında yenik düşmemiz, kahrolmamız, onun yerine, verdiklerini, yaptıklarını bozup atmamız... Aşk biraz da nesne fetişizmi değil mi?

Müşfik Kenter'in gözlerinin altının o kadar kırışık olmasının,kırışık görünmesinin filmle bir ilgisi var mı acaba diye çok düşünmüşümdür. Sema Özcan 'ın gözleri bir parça korkutur beni. Bakışı dik diktir... Meral (Sema Özcan), kendi öznesine değil ısrarla resmine aşık olan, aşkının kirletileceğinden, karşılık bulamayacağından bulsa bile bir gün nasıl olsa biteceğinden korkarak ısrarla kendisinden kaçan boyacı Halil'e (Müşfik Kenter) kızgınlığından, evinden aldığı kendi fotoğrafını bir naylona sararak koşa koşa Halil'e getirdiği sahneye bayılıyorum. Hem komik hem tuhaf. Öfkeli ama nesnesini sevmesine razı olmanın çaresizliğiyle... Sürekli birbirlerine zıt siyah ya da beyaz giyinmelerinin , statü farklılıklarını anlatmak için olduğunu söyleyenler var, emin değildim, lakin aralarında statü farklılığı olmayan Başar ile Meral'in bir sahnede aynı kumaştan palto ve şapka klerini fark ettikten sonra olabilir diyorum...

Filmi günümüze kadar getiren ve en önemli baştan çıkarıcılıklarından biri de her bir sahnesinin fotoğraflanabiliyor olmasıdır... En sevdiğim ve işte imge dediğim sahnelerden biri de; Başar ile Meral'in düğününde bizim sadece ikisini  görmemiz, dans eden misafirleri gölge şeklinde görmemizdir. Diğerlerinin ne konumuzla ne de sahneyle ilgisi olmadığının ve insanlar kendi dünyalarında eğlenirken gelin ve damadın ne kadar farklı bir dünyanın içinde olduklarını anlatmanın tek yoluymuşcasına güzel... Müzikleriyle, yağmuruyla, denizi ile, ormanı ve sessiz, kimsesiz Büyükada atmosferi ile Sevmek Zamanı bir aşk filmidir, ama ne romantik ne de dramdır. Sadece aşkı anlatır... Aşkın nasılda bir delilik, bir sanrılar dünyası olduğunun, nasıl da kişinin kendine ait, kendiyle ilgili, kendi bencilliğinde olabildiğinin iyi bir ifadesidir...

02 Ocak 2012

Vesikalı Yarim

Ömer Lütfi Akad
Türkan Şoray'ın yaptığı "Sinema Benim Aşkım" programında rastladığım gün kafamda bende cümleler kuruyordum, Lütfi Ö. Akad "Vesikalı Yarim" filmini anlattıkça. Türkan Şoray kendisine teşekkür ediyordu; "Bana filminizde yer verdiğiniz için çok teşekkür ederim, benim için hem onur hem büyük bir zevkti." Lütfi Ö. Akad ; "Evet, beğeniyorlar onu çok." Böyle hafif gülümseyen, övünen, beğenmemize şaşıran ama sevinen bir yüz ifadesiyle konuşuyordu, Vesikalı Yarim 'den bahsederken. 
"Sinema beni çok mutlu etti. Elli yıl  sinema yaptım hiç sıkılmadım, oflanmadım, sinema beni mesut etti. Sinema işini yaptığım için hayatım mutlu ve iyi geçti." diyordu birde. Bir insanın mesleği ile ilgili böyle keyifli konuşması, işinin yaşamını böylesine olumlu etkilemiş olması, bunu gülümseyerek, gözleri dolarak söyleyebilmesi bence insan yaşamının en güzel anlarındandır. Ya da ben mesleğim ile ilgili hiç bir zaman bunu söyleyemeyeceğim için bana öyle geliyor. Ülkemizde L.Ömer Akad gibi kişilerin azınlıkta benim gibi kişilerin çoğunlukta olduğunu bilmekte beni rahatlatmıyor üstelik. Başkalarının kendi gibi olması insanları rahatlatmaz zaten, herkesin hissettiği kendinedir ya da bana öyle geliyor, bilemedim. Genelleme yapmaktan çekinmeli insan...
Bir de dedem öyleydi ; işini severek yaşadı ve öldü. Bir tek an bile başka bir işte, başka bir yerde, başka biri olmaktan bahsettiğini duymadım yıllar boyu. Yatsı namazını kıldıktan sonra serzenişte bulunduğu tek şey; " bak erken yatmıyorsunuz sabah kalkmıyorsunuz kızlar. Oturmayın gece yarılarına kadar, sabah sofrada göreceğim sizi" olurdu. 
Yıllar önce ilk izlediğimde peş peşe düşünmüştüm; "vesika", belge demek olmalı, vesaik çoğul olduğuna göre o da tekili olarak belge demek olmalı. Vesikalık resim de buradan geliyor demek ki. Bir belge için istenen portre fotoğraf...Niye önemli ki bu şimdi. Hiç, bana yeni fark etmişim gibi geliyor...

Sabiha (Türkan Şoray), işini yapabilmesi için bir belgeye sahip olması gereken kadınlardandı. Türkan Şoray'ı çok nadiren sarışın görebilirdik, ben başka da görmedim mesela, ama aksilik ya film siyah-beyaz...1968 yapımı olmasına rağmen izlediğim en gerçekçi "yeşilçam" filmlerinden biridir diyebilirim. Kendisinden yıllar sonra bile aynı konu defalarca işlense de, bu filmin aksine aşk ta kazansa buradaki gibi toplum kuralları da kazansa konunun anlatımı çoğul yapmacık kalmıştır bana göre o filmlerde. Burada öyle değildir; hikaye bildik, diyaloglar gerçekçidir ve bir çok cümle buradan kült olmuştur. Ömer Akad aşk filmi tadında belgesel çekmiştir bana göre; yorum katmamış sanki. Pavyonda çalışan, toplumca artık evlenmesi vacip olmayan, olamayacak olan Sabiha ile - bilmeden- aşık olduğu iki çocuk babası, evli, manav Halil' in ( İzzet Günay) aşk hikayesidir film. Bu filmde çoğunluk Türkan Şoray konuşulsa da, hem yirmi üç yaşının tüm güzelliğini taşıdığından hem de iyi oynadığından sanırım bence de normaldir bu popularite lakin İzzet Günay çok daha iyidir oyunculukta. Tiyatro kökenli olmasına bağlıyorum ben bu kadar güzel bakmayı bilmesini. Bakmayı bilen adamlara ilk görüşte aşık olabilirim bende mesela ama gelin görün ki ilk görüşte aşka inanmam...Ona rağmen Halil'in o, Sabiha'yı dumanlar arasında ilk gördüğü sahnedeki yutkunma, tutulma, tutunma tavrı, kilitlenmiş bakışından hemen okunabilen ilk görüşte aşk ifadesi çok inandırıcıydı. Karşısında ise Sabiha'nın vurdumduymazlığı, rahatlığı, hafifmeşrep tavırla açıktan dalga geçmesi vardı...Ben çok merak ederim, çok ararım ilişkilerde kim kimi ne zaman "gördü" ilk. Görmek öz olduğundan başlangıçlarda, başlamak için gönlünün açık olması gerekir tespitini doğru bulurum. Sabiha Halil'i o gece görmedi,  çünkü o ortamda birinin Halil'in O'na baktığı gibi bakabileceğini hayal bile etmiyordu, hayal etmediğinden de bakmıyordu. Ancak sabaha kadar gezip sohbet ettikten sonra, nazarındaki erkekler gibi kendisine sulanmadan teklif edildiği kadarını kabullenerek ve aksini düşünmeyerek evinde sadece uyuyup giden Halil 'i gördüğünde gördü O' nu.
Ömer Akad bunu bize Sabiha arkadaşı Müjgan ile ( Ayfer Feray )  konuşurken de anlatıyor zaten...



Sabiha yüzünden çıkan bir kavgada bir adam bıçaklandıktan sonra bir ormanda artık yolun sonuna geldiklerini düşünür Sabiha, kadınların şefkat ve fedakarlık duygularıyla konuşur;
Sabiha :  Benim yüzümden hep bunlar. Ya ölecek ya öldüreceksin. Niye geldin, gelmiyecektin.
Halil : Geleceğimi biliyordun ama.Nedir istediğin?
Sabiha:  Bilmem. Sıkıldım belki. Yetti belki. Her birimiz yolumuza gitsek?!
Halil  Yolumuz?! Birleşti biliyorum.
Sabiha: Yok, öyle birleşecek gibi değil. Benim yolum başka. Seni tanıdıktan sonra anladım bunu. Senlen beraber olduktan sonra, seni... Sevgi de yetmiyormuş. Çok eskiden rastlaşacaktık...

Sonraları çook filmlerde duyulacak ve yeşilçam repliği haline gelecek  olan bu cümle, burada Sabiha'nın ağzından işitilmiştir ilk ; "çok eskiden rastlaşacaktık..." Kendi yolunun artık değişemeyeceğine, aşkın buna yetmeyeceğine inanan Sabiha, Halil'i kendinden uzak tutmaya çabalıyordu. Olmadı, bir şekilde devam ettiler ta ki Sabiha Halil'in evli olduğunu öğrenene kadar...

Aralarında geçen ve bir çok kişi tarafından da en sevilen sahnelerden biri olan bu konuşmaları; kadının bir şey anlatmak için hep anlaşılmayı beklemesinin, erkeğin lafın bu kadar dolaşmasını hiç anlamadığının en güzel örneklerindendir. Benim de en sevdiğim sahnelerindendir. Sabiha'nın anlatamadıkça hırçınlaşması, çaresizleşmesi o " hiç bir derdim yok. olsun mu" derken ki kızgınlığı, Halil'in " olmasın, olmamalı" derken ki anlamaz ama katıksız sevgisi daha nasıl anlatılırdı...

Belki hep gerçeğin kazanmasına inat ya da normale olan kızgınlığımdan, belki aşkın hep küçümsenip geçer denmesinden ve geçmesine olan hırsımdan, belki her şeye rağmen umuda olan inancımdan olsa gerek, hiç aşkın yerine "yuvanın" kazanmasına taraf olmadım ben...Bu ve bunun gibi tüm yeşilçam filmi sonlarına kahroluyorum. " Selvi Boylum Al Yazmalım " filminin sonunun sevilmesine, övülmesine ve tasvip edilmesine de mesela. İnsan bencil denmesinden çekiniyor, çekinmiyor değil ama aşk!... Aşk gibi, aşk kadar güçlü bir duygunun öyle heba olması da bencillik, kötülük gibi geliyor bana. Yazması kolay elbet, yaşaması böyle olmayacaktır eminim ama keşke aşk kazansa, hayat onun karşısından çekilip yolunu değiştirse...

Amma velakin, hatta hayatın tersine, filmlerde böyle denemezdi...Bilakis olması gereken olan olmalıydı. Filmlerinde hayalciliğin küçük ayrıntılardan öteye geçmemesi için, modernizme öncülük ederek ve savunarak, gelenek ve görenekleri gözeterek gerçekçilik için çaba sarfettiğini bir çok röportajında ifade eden Ömer Akad 'tan başka bir son beklenmemeli elbette. Aynı gerçekliği ünlü "Gelin- Düğün- Diyet"  üçlemesinde de kullanır, küçük hayallerle besleyerek...Ama sinemanın / sanatın toplumu yönlendirme gereği olmasına katılmıyorum ben...Ö. Akad'ın demek / yapmak istediği yönlendirmeden ziyade ifade tarzı tercihi daha çok belki ama, sinema da ve bir çok sanatta  hayali ve olağanüstülülüğü daha çok seviyorum galiba.
Sanat bir eğitim aracı olmamalı, sanat olduğu gibidir. Severiz veya sevmeyiz, ancak böyle dönüştürebilir bence...
Vesikalı Yarim tüm gerçekliğiyle bir aşk filmidir...Şiddetle tavsiye ederim...