29 Temmuz 2011

İnsan: Hayvan

Biraz düşünsem " Yalnızız" kitabı gelir aklıma, ama önce "9.Hariciye Koğuşu" derim Peyami Safa denilince. Hasta bir adamın yalnızlığı ve içli bir aşk hikayesinin hikayesidir kitap. Bir de Nergis Kumbasar' ın yeşil gözleri ve sarı saçları tabii, kitaptan uyarlanan o eski zamanların dizisinden aklımda kalan. Oldukça eski bahisler bunlar, boş verin şimdi. 
Oysa, biliyor musunuz Peyami Safa kedisiyle saklambaç oynarmış? Ben bilmezdim. Yazarların kimi zaman ' insan' ın pespayeliklerini anlata anlata, yorgunlukları arasında teneffüse çıktıkları bu teneffüslerde farklı işler yaptıkları yazılır. Peyami Safa' da saklambaç oynarmış işte teneffüse çıkınca. 1933 tarihli "Üstadım Hayvanlar" adlı bir makalesine rastladım, zaten makaleyi de kedisinden esinlenerek yazmış. Oradan bazı alıntılar aldım bana ilginç ve doğru gelen. Aslında kediler sevdiğim hayvanlar listesinde birincil değildir.Sorulunca; at, köpek, kedi sıralamasında giderim çoğunluk. Severim sevmez değilim lakin kediler zor gelir bana; çok kaprisliler bir kere, nazlılar, narinler, sürekli ilgi istiyorlar bir yandan da canları istediğinde sevdiren bir soğuklukları var. Tuhaf hayvanlar kediler; karmaşıklar, hep anlamaya çalışmak gerekiyor ama anlayamayacağınızı anlıyorsunuz her seferinde, zor geliyor bana...


Peyami Safa çok seviyormuş anlaşılan ya da ilginç tespitleri var kediler ve hayvanlar üzerinden;
Evet, kedisi ile saklambaç oynarmış. Her seferinde o kadar iyi saklanırmış ki Peyami Bey, ne bir iz, ne bir koku, ne de kendinden görünen bir parça bırakırmış arkasında ama yine de sobelenirmiş.  Evin bilinmedik en esrarengiz noktasına saklansa da yine de bulurmuş kedisi onu. Bu nedenle kedisinin her şeyi anladığına ve kendisinden daha çok şey bildiğine inanırmış. Onu, ne kadar saklanırsa saklansın, nasıl saklanırsa saklansın, kokusunu bile gizlemesine rağmen bulan kedisi bazı sırlara vakıf olmalıymış P.Safa'ya göre. Öyle olmasa, Safa 'nın eve döneceği saati dakikasına varıncaya kadar bilemezmiş. Tabi bu kadar değilmiş, denge kanunlarını da çok iyi bilir kediler bilirsiniz, P.Safa da bunu farketmiş ve denge konusundaki bildikleri ile diğerlerini de birleştirince konuşabilseydi kedisinin Silahları Bırakma Konferansında soruları cevaplayabileceğini düşünürmüş... Şöyle diyor aynen; 
"Büyük hakikatler karşısında; artık söz burada zaittir deriz, büyük sırlara ermiş olan bütün hayvanlar için de söz zaittir. Ne söylesinler!? Dikkat ediniz, bizi en çok konuşturan, en çok münakaşaya sevk eden mevzular halli en güç olan davalardır. Anlasaydık susardık. Anlayan söylemez yapar. Benim en hürmet ettiğim üstatlar arasında hayvanlar da vardır. Onlardan çok şey öğrenmeye çalışırım. İyi bir insan olmak için evvela iyi bir hayvan olmak lazımdır derler. Ne mümkün ! Olsaydı, hiç kimse hayvan olduktan sonra insan olmak istemezdi... Bir örümcek eşek davasını hendese mualliminden, bir güvercin dünya haritasını coğrafya aliminden daha  iyi bilir..."
Helikopterler için arılardan esinlediğimizden, uçaklar için kartalları gözlemlediğimizden, örümcek ağlarına çeliğimizi denk getirmeye çalıştığımızdan, çalışkanlığımızı karıncalarla kıyasladığımızdan, daha yeni yeni turnalar kadar yüksekten uçabildiğimizden bahsetmek en kolay örnekler olacaktır herhalde. Ve derki yine;
"İnsan hayvanların en düşüneni, çünkü en aptalıdır. Çok defa biz insanlar zeka ile hileyi birbirine karıştırıyoruz ve kurnazlara zeki diyoruz. Hilekar manasında kurnaz, insanların en aptalıdır. Hakiki zekanın hilesi yoktur..."


" İnsan kendini yalnızca insanda tanır. " Goethe ...

23 Temmuz 2011

İlla ki Başkaları...*

Bütünden kopmuş bir parça gibi hep kendisini tamamlamaya özenir, bunda ısrar eder, bütünü, bütünleşmeyi arzular insan..."Bir şey eksik işte ifade edemediğim" , " Bir şey var olmayan ama benim bulamadığım" ,"Bir şey olmalı, başka bir şeyler" gibi. Tam da bu belirsizliktir işte, belirginleştirilmesi, kurulması gereken insan tarafından. Dışarıda bekleyen hayattır...Bu bütünleşme çabası bir yaratanın kaynağını arama çabası değildir, insanın kendisini "var edebilmesi" ile ilgilidir. Anlamı kendi kurmaya çalışır, onda olan, onunla yaratılmış bir şey değildir. Yaşam ile ilişiğini bulmaya çalışır...
Bahsedilen insan safi nefes alan insan değildir, kendine dair, diğerlerine dair, çevresine dair düşünen, düşündükçe derinleşen, yaşadıkça netleşen, belirginleştiren, yaşamayı seçen insandır...Bir seçimdir yaşamak ve zordur yaşamayı seçmek. Etkin insandır yaşayan insan. 


Hiç bir şeyin anlamı yoktur eğer insan onunla ilişki kurmuyorsa. Bu hiç bir şey; bilim, evren, çevre, sanat, insan gibi mesela. İnsandır bulutla yağmurun ilişkisini kuramlaştıran, niçin sorusunu soran, evreni keşfeden bilimle gerçek yapan. İnsandır gün batımına romantizm anlamını veren. Bir dal bir nehirde yüzdüğünde denizin bir gemiyi taşıyabileceğini hayal eden de insandır, çiçekleri aşkla ilişkilendiren de...Nesnelliğin bir önemi yoktur özne onunla ilgilenmiyorsa...Anlamlaştırmak, anlamaya çalışmak zorundadır insan. İnsan dediğimiz...


Böyle düşünüyorum çoğunluk ama kimi zaman şöyle de düşünüyorum;  "İnsan dünyaya öylece bırakılmıştır"  Heidegger'in dediği gibi...Bir bütün arama,  illa bir anlam bulmaya çalışmak boşunalıktır olsa olsa...


İnsanın kendi ile bütün arasındaki ya da hayat arasındaki bağın olması gerekliliğine dair böyle şüphelerim olsa da başka bir şeyden eminim: Başkalarının gerekliliğinden...


Bir tanıdık demişti; ilginç gelen bir bahis; " Yalnızlık denince Allah'ı düşünürüm ben hep, O' nun kendi yalnızlığını, tekliğini..."


Bu açıdan gereklidir illa ki başkaları...
İnsanın kendini bulması için, kendini bilmesi için gereklidir en başta. Ancak bir maşuk bir aşığı var edebildiği gibi, ancak bir katil bir maktulu var edebilir. Ve insan öldükten sonra bile olsa bir insanın bir insanı öldürebildiğini anlar. İnsanın insanla girdiği ilişki olmadıkça bilemez öfke karşısında neler yapabileceğini, neler yapamayacağını sevgi karşısında...İnsan insanla girdiği ilişkiler sonralarında keşfeder kendinin ne olduğunu ne olamayacağını...Zalimliğini, şefkatini, tahammülünü, nezaketini, kabalığını, nasılda dağıldığını bir insan yüzünden, nasıl da kayıtsız kaldığını paramparça olmuş bir insan karşısında...
Yaşama ve insana dair olan her ne varsa yaşayarak görülecek olmamakla beraber "var olma" biçimlerimiz olacaktır işte bunlar, "yaşama" seçimlerimizdir ...


Orhan Pamuk'un bir kitabında dediği gibi mesela;  "İnsanların yüzüne baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini." (**)


(**) Bir başka yazıdan alınmıştır.
(*) Başka bir yazıya ilişkin.

20 Temmuz 2011

Film "Once"

Bu filmi her düşündüğümde hayatın basitliğinin mükemmelliğini hatırlarım...Bu kadar sevdiğim bir film hakkında mutlaka söyleyeceğim bir şeyler olmalı diye düşünürüm zaman zaman ama ne zaman yazmak geçse içimden bulamam yazacak bir şeyler. Bir çok filmi ikinci kez izlemek istesem de bunu hiç istemedim. Bozulur filme dair duygum diye. Üzerinden en az iki yıl geçmiştir izlememenin ama hala içimde hissediyorum izlerken hissettiğimi...
Once ...
Filmden önce müzikleri gelmeye başlamıştı kulağımıza. Hepsi çok güzel. Buraya hangisini ekleyeceğimi şaşırdım açıkçası... Herhangi bir müzik paylaşım sitesine "once" yazarsanız rastlayacaksınız eminim.  Başrol oyuncuları ; Glen Hansard ve Marketa Irglova  gerçekte de müzisyen. Film müzik ağırlıklı. İrlanda' da geçiyor. İrlanda' yı, bana Karadeniz yaylalarını hatırlattığı için  olsa gerek oldum olası severim. Sokaklarda şarkı söyleyerek hayatını kazanan, arkadaşları ile albüm çıkarmaya çalışan adı-duyulmamış bir şarkıcı-gitarist bir gün yolda bir elektrik süpürgesi için tamirci ararken Çek göçmeni bir kız ile tanışır. Kız ona elektrik süpürgesinin tamiri için yardımcı olur, bir yandan da gitarı ve şarkıcılığı ile ilgilenir. Müzik ortak noktaları haline gelir, kız da piyano çalmaktadır. Yapacakları albüm çalışmalarında kız da yer alır ve müzik çalışmaları nedeniyle de daha sık görüşmeye başlarlar. Filmin sonlarına doğru kızın evli olduğu, bir çocuğu olduğu ve kocasının Çek Cumhuriyeti' nden  dönüşünü beklediği anlaşılır. 

Filmi güzel kılan ; birden bire aşık olmaları, tutkuyla aşık olmaları ya da aşklarını yaşayamamaları gibi çok alışık olduğumuz ikili ilişki kombinasyonları değil... Mesela  bizde aşk filmi diye çok popüler olmuş " Issız Adam" ya da ne bileyim en son aklımda kalan " İncir Reçeli" gibi filmlerde aşkın ne zaman başladığını, n  zaman aşkı hissettiğimizi hiç anlamamışımdır ben.
İşte burada adına  "ilişki" denilebilecek hiç bir şey yaşamamış olmalarına rağmen, birbirlerine bir kez bile olsun aşktan bahsetmemişlerken, hatta aşkın kendisinden neredeyse hiç konuşmamışken o kadar çok hissediyorsunuz ki birbirlerine olan yakınlıklarını, aynı dili konuştuklarını, uyum sağladıklarını, hayellerininin birlikteliğini ...Hani Amerikan sinemasının o vıcık vıcık romantizmi asla yok. Pahalı arabalar, uzaydan yapılan evlilik teklifleri, çok güzel kadınlar, çok yakışıklı adamlar, son anda yakalanan fırsatlar, tesadüfen karşılaşmalar, birleşmeler  son anda geri dönmeler, bir anıyla anılmalar, kendine gelmeler, arkadaşların ayarlamaları,  trene uçağa binmemeler yok, yok... Hatta kızla adamın isimleri de yok. Kız ve adam onlar. Gündelik yaşamın gerçkeliği, basitliği, aza sahip olmanın zenginliği, dostluk, sohbet, sevdiğiniz bir konuda hem paylaşmanın keyfi hem ortak bir şeyler üretmenin güzelliği var.  

Konuşurlarken, yolda yürürlerken, kız piyano çalarken, adam beste yaparken, herhangi bir işi beraber yaparken aralarındaki uyum öyle iyi verilmiş ki  gözlerinden okuyabiliyorsunuz hissettiklerini, birbirlerini ne kadar tamamladıklarını, bundan sonra hayatlarının ne kadar farklı olabileceğini...O yüzden filmin tanıtım cümlesi "Doğru insan ne kadar sıklıkla karşınıza çıkar",  "Doğru insan karşınıza çıktığında her şeyi bırakıp ardından gider misiniz"...
Bir kez bile dokunmuyorlar birbirlerine, el sıkışmanın dışında tek bir kez bile dokunmuyorlar. 
Türkiye'de hangi isimle gösterildi bilmiyorum. "Once" kelimesinin ; "Bir zamanlar, Bir kere, Hemen, Derhal " gibi anlamlarından hangisiydi filmin anlamı onu da bilmiyorum. Ama ben en çok şunu hissettim, adam o kadar aşık ki kıza bence bazen eline, yüzüne, saçına dokunacak gibi oluyor ama bir şekilde olmuyor ya denk gelmiyor yaz kız izin vermiyor. İlginizi çekerse izlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız...O nedenle "once" kelimesinin filmdeki anlamı; " Bir kere" olabilir...


14 Temmuz 2011

Öyle Böyle ...

M.Heidegger okuyacaklarımın arasında; "Dil varlığın evidir." , "İnsan dünyaya öylece bırakılmıştır" dediği için... Hume' da öyle "nedensellik" ilkesine karşı çıktığı için. Schopenhaur ' da var tabi ki sırada gelmiş geçmiş en iyi karamsar-yok sayıcı olduğu, "İnsanın hayatı yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.", dediği için...

Tüm gün beynimde dönenleri dinleseydi biri, dinlerken kaydetseydi bugün veya başka günlerde de, öyle çok yazı çıkardı ki. İnsanın aklından geçenleri kağıda dökmesinin zorluğu, düşünmek ve kelimeler arasındaki ilişki ile bağıntılı olmalı. Dilimiz düşüncemizdir diğer anlamıyla. Bir çiftçinin buğday başağının renklerine dair ne kadar bildiği kelime varsa o kadar da farklı bildiği başak rengi vardır, gibi. Bir çok konuda bu böyledir; ekonomistlerin istatistiklerle rakamlarla konuşması, doktorların hastalıklardan örnekler vermesi, magazin dünyasının popüler kelimelerle anlatabiliyor olması derdini, yeni aşıkların sevgi böceğine dönüşmesi şiirselleşmesi dilinin, aşktan yeni çıkanların ne kadar umutsuz kelime varsa edinmesi gibi gibi... Dili biraz düşüncesi ile ilgilidir insanın, dilindeki ferah kelimeler hem sizi ferahlatır hem kişinin yüreğinin ferah olduğunu hissettirir size. Düşünün en sevdiğiniz yazarı, hayal edin nasıl da kelimeleri ile eşdeğer tuttuğunuzu düşüncesini... Sizi alıp kendine çeken, diyardan diyara taşıyan kelimelerdir ve onları yazanın düşünme biçimidir...

Bunları düşünürken yazmakta bu kadar zorlanılmasının, zorlanmamın, düşünce sistemimdeki yetersizlikten mi kaynaklanıp kaynaklanmadığını düşünmeden edemiyorum... Düşündüklerinin kelimelerini neden bulamaz insan?

Okumayacağım ilk başta saydığım kitapları. Ömrümün yetmeyeceği bir oda-kütüphane dolusu kitabı okumam mümkün değil ki. Okudukça düşünce sistemime yerleştireceğim yeni yeni fikirleri düşünecek kadar yarınlarımda azalacağına göre günbegün, abesle iştigal değil de nedir onları okuyacağımı düşlemek... Okusam ne olacak ki, ne değişecek ki? Bilmek; yine söylüyorum, en büyük cezasıdır mutlu olmak isteyen insanın...

Otuzlu yaşların sonuna yaklaşmanın bir güzelliği mi yoksa insan bunu daha erken edinebilir miydi bilmiyorum, çok ta sanmıyorum, bu yaşlarda artık kendinizi birilerine anlatma ihtiyacınız ortadan kalkıyor. Bu biraz " ne anlatabilirim ki! bunca yılı nasıl anlayabilir ki! " üşengeçliğinden biraz da " neden anlatacağım ki ! " boşvermişliğinden... Birinin gözlerine bakıp sizi ne kadar farklı algıladığını görüp "bırak kalsın" demenin güzelliği yok mu! Madem enine boyuna düşünmeyi bilmiyor, madem bir insanı tanımanın bu kadar kolay olduğunu sanıyor "bırak öyle bilsin" demenin güzelliği... İnsan ki genelde yeni tanıdığı insanları acele bakışlarla süzmek, tetkik etmek, kaçamak sorularla ilk - ve tabi ki yanlış- kanaatleri edinmekte şaşılacak bir çabukluğa sahiptir...

İnsan bu yüzden dost edinemez olur artık bu yaşlarda. En az bir tane dostu var ise dünyanın en zengin arkadaş çevresine sahiptir zira .

Benim var çok şükür.

Bir soru sormuştu bana bir ara , soruyu hatırlamıyorum ama şöyle cevaplamıştım ben : " Sen ne yaparsan yap ben seni severim, sen birini öldürsen bile ben seni severim biliyorsun... Belki seni kendi ellerimle teslim ederim ama her gün kapına gelirim... Sen ne yaparsan yap dostumsundur benim, bunu hiç bir şey değiştiremez artık..."

Bu konuda fazla umursamaz olduğumu düşünüyorum bazen ; bazen birilerinin gözlerine bakıyorum susuyorum. O kadar yanlış anlıyor ki beni "bırak kalsın" diyorum içimden...

Bazen de bir anlatma telaşı alıyor ki beni... Sanki kimse beni dinlememiş, kimseye hiç bir şey söylememişim , ne kadar söylesem daha da çoğalıyor, ne kadar söylesem yine de asıl konuya gelmemişim, ne kadar söylesem en büyük sırrım hep orada duruyormuş gibi... Öylece...

Bu iki çelişkimi düşündüm bugün uzun uzun, yok, kısaca aslında; birinin gerçek olan olduğuna birinin hayal ettiğim olduğuna kanaat getirip konuyu kapattım artık...

Fakat bu ayrım farklı yaşam alanlarımda farklı olabiliyor ; duygu dünyam ile mesleki dünyam farklı örneğin.

Bu konuya ilham aldığım "şahsiyet" bugün tanıştığım bir firma sahibi aslında ; Önce, Eylül ayında tam onaltı yılımı dolduracağım çalıştığım kurum hakkında uzun uzadıya atıp tuttu, henüz kurumla bir iş ilişkisi olmamışken üstelik. Sonra, benim on altı yılımı verdiğim uzmanlık alanım konusunda; "yanlış anlamayın ama ben bu konuda biraz okudum, bir kaç işlemde yaptım ve Türkiye'de bu işi gerçekten bilen yok diye düşünüyorum, yurt dışında başka yapılıyor, burada başka yapılıyor teranesi..." Aynen bu cümle. Henüz benim karşısına oturduğumda görevimin ne olduğunu bilmeden, kurumda bu konuda kendi yaşının yarısı kadar vakit geçirmiş olabilme ihtimalimi hiç aklına getirmeden üstelik. Hiç sormadan, dinlemeden. Konu ben de değilim aslen, ben ki on saniyede bu işi benden daha iyi bilen ve yapan on isim sayarım, O ki hiç bir fikri olmadan "bu işi Türkiye'de bilen yok " diyebiliyor, rahatlıkla. Konu O'nun bu tavrı değil, benim şahsa karşı önceden olmadığım umarsızlığa sahip olmam konu...

Çok değil beş altı yıl önce belki düzeltmeye çalışırdım, kurum için değil kesinlikle, bilsin diye, öğrensin diye çabalardım... Oysa bugün gözlerine bakıp gülümsedim sadece...Hatta kitabını yazdım derdim o vakit olsa, öyle lafın gelişi değil, yazdım, var bu konuda kurum içi bir yayınım.

Yapma derdim, bu kadar ön yargıyla dolaşma yazıktır sana, dinle önce, bak insanlara derdim... Bunların hiç birini demedim, kurum adına söylenen bir kaç kelime ile kapattım konuyu. Ben de bu kanaatime konuşmanın başında varmadım elbette, bekledim, dinledim hepsini anlattıklarının, çok değil bu konuda biraz fikrim var diyenin bilebileceği bir kaç konu açtım, o bambaşka şeyler anlatırken yine gülümsedim ben...Yine konusunda - bence de - iyi bir uzman olan bir dost demiş ti;

"Öyle yoruldum ki insanlardan, insanların, adı benimle anılan konular hakkında bir taraftan atıp diğer taraftan tutmalarıyla yüzlerinin aldığı aptallığa gülecek halim bile yok..."

Var daha diyeceklerim bu; yargı-yaş-onlar-bunlar konusunda ama çok uzadı kanaatimce...

03 Temmuz 2011

Film "İncir Reçeli"...

Teyzemden daha iyi incir reçeli yapanını görmedim. Bende bayılırım incir reçeline...Buradaki İncir Reçeli ; aşk filmlerinden. Öyle kategorize ediliyor. Öyle de. Güzel sahneleri var düşünülmüş, iyi bakış açıları ile çekilmiş fakat geneline iyi bir aşk filmi demem. Hem daha iyilerini gördüm hem başka görmesem de beni çok etkilemedi. Belki beni etkilemedi. Beni film hakkında yazmaya iten başka bir anım ama yine de film hakkında bir kaç şey söylemek isterim; eminim izleyenlerin yüzde doksanı Metin'in düştüğü yanılgıya düşmemiştir film içinde. Duygu'nun başına gelenlerin suçlusunu kimse Metin'in zannettiği gibi zannetmemiştir bence. Çok detaya girmek istemediğim bu kısmı çok acemice bir kurgu olmuş. Ya da gireyim efendim ; izlemek isteyen okumasın diyelim. 
Duygu AİDS hastası, bu nedenle sevdiği adama dokunamıyor, dokunmasına izi veremiyor. Bu çok hüzünlü bir hikaye konusu tabi ki, "neden bu konu etrafında ilk defa bir Türk filmi izliyorum " düşüncesi geçmedi değil aklımdan. Üstelik gerçekte Karadeniz kıyılarında bu tür hikayelerimiz hiçte az değil. Metin Duygu'nun hastalığı kapmasına neden olan kişiyi gördüğünde eski-yaşlı-sevgilisi zannediyor, babası olabileceğinin aklına gelmemesi filmin o ana kadar olan kurgusuna bakıldığında çok tuhaf geliyor insana. Bana öyle geldi...Diğer yandan; birbirlerine aşık olma süreci "az" anlatılmış bence, ne zaman aşık oldular dedirtti bana. Issız Adam filminde de aynı fikre kapılmıştım " Ne zaman aşık oldular bu kadar ?..." Sanırım benim aşk' tan ne anladığımdan kaynaklanıyor... Ama klişe olmayan, arkasında derin duygular olan sahneler de vardı ; Metin bakkaldan geldiğinde  Duygu'yu banyoda zannediyor ve sofrada beklemeye başlıyor. Normalde beş bilemediniz on dakika sonra banyoda kimse olmadığını anlarsınız ama Metin gözlerini kapıya dikerek beklemeye devam ediyor. İçeri bakarsa olmadığından emin olacağı gerçeğine inat milyonda bir ihtimali kaybetmemek için sabaha kadar sandalyaden kalkmadan kapıya bakıyor...Bu bence de güzel bir aşk filmi sahnesi idi. Sonra sarılıp uyumaları, kahvaltı seramonileri , bazı not yaprakları...Hele senaryo yapraklarının kağıttan uçak yapılıp pencereden atılma sahnesi hem komik hem farklı hem güzel fikirdi... Kapıcı karakteri de çok iyi oturmuştu. Duygu karakterini oynayan Melike Güner iyi oynayamıyordu, Sezai Paracıkoğlu daha iyiydi ama O' da iyi değildi bence...Gerekli sahnelerde rolü anlatamadılar...
Kötü değil ama çok da önemli değil diyebilirim belki tek cümlede...Filmde Duygu hastalığı ile ilgili, insanların ne kadar acımasız olabileceğinden ne kadar ön yargılı olduğumuzdan ve yargılarımızı ne kadar da hesapsız savurduğumuzdan muzdarip...Çok ta haklı. Ben O'nu çok iyi anladım : 
Uzun yıllar önce; yirmi yirmi bir yaşlarında iken bir arkadaşım ile konuştuktan sonra  telefonu kapatıp şöyle dedim işyerinde : " Allah alla , elisa testi pozitif çıkmış D.'nin,". Birden etrafımdaki üç kişinin yüzü bembeyaz oldu neredeyse. Biri hemen yerinden kalktı. Diğeri arkasını döndü...Ben :" Elisa nedir, kan vermeye gitmişlerdi bir hasta için, O'nunkini kabul etmemişler" dedim...Açıklamayı aldıktan sonra ben de kalktım yerimden şaşkın şaşkın...Şöyle diyordu az önce odadan çıkanlar ; " Ben artık O'nunla yanyana çalışmam. Bende bana ne." 
Ben arkadaşlardan " şaka yaptık iyimisin" telefonunu alana kadar yarım saat içinde daha ilişkimin düzeyini bilmeden, D.'yi tanımadan, konu hakkında hiç bir şey bilmeden , Elisa testinin HIV Pozitif için yeterli olup olmadığını bile bilmeden her hangi birileri değil, tüm gün yan yana oturduğunuz, üniversite sırası görmüş insanlar dahi bu şekilde davranabiliyor.
O nedenle filmde çok anlatılmasa da bu ve benzeri durumlarda ne kadar acımasız olabildiğimizi, ne kadar kötüleşebildiğimizi anladım ben...Film tabi daha çok "dokunmak", " dokunmadan sevebilmek" konularında durmaya çalışmış. 
Dokunmadan sevilebilir mi ? Elbette. Tartışmaya bile gerek yok...