24 Aralık 2011

Yazmaya Değer Şeyler


Bu, nasıl yazmalı mevzusunu artık kapatmalıyım değil mi? Artık kimlerin nasıl yazdığına üzülmeyi bırakıp kendi yazabildiklerimi okumaya başlamayalım. Belki çırılçıplak oturmuyorumdur sandalyeye.  Belki okuduklarımın çok çıplak oturduğunu düşündüğümden bana iyi geliyordur. Belki onlar da oturmuyordur ama ben bilmiyorumdur.
Ne yazmalı konusunu da kapatacağım tamam. Ne yazarsam yazayım benimdir diyeceğim. Bulacağım kendimin hikayelerini. Tamam, günlük gibi yazmayacağım, bazen gündelik gibi olabilir ama, ya sizin gününüz nasıl geçti demeyeceğim.Yazı konusunda daha çok diyeceklerim çıkabilecektir ama, sözü hep sonunda kendimin yazı yaz-a-mamasına getirmeyeceğim. 
Görün bakın günün birinde kurallar yıkılmak içindir diyeceğim ve  bunların hepsini çiğneyeceğim. 
Bir kaç şiirle kapatalım konuyu :

Mezar

"İhtiyarlıyoruz!" demez miydim sana?
"Yüz göz buruşur, sevişenler ayrılır!"
Demez miydim? Al işte geldi o günler!
İşte ağardı saçlarımız, kocadık.
Nerde ağzının o eski güzelliği!
Hani türlü diller döken aşıkların?
Bir mezar gibisin sen artık, bakmadan
Geçip gidiyoruz kibirlim, önünden.
Rufinus (i.ö.50-50)

Düşünüyorum ya şimdi neresini sevmiştim ben bu şiirin diye, bir gece yarısı uykumdan önce okuduğumda çarpı koymuşum. Bu iyi demek.Sonra tekrar okunabilir demek. Kitap karıştırıldığında göze batsın, "haaa bunu sevmişim, bu iyiymiş" fikrini unutmayayım demek. Çarpı değil aslında yalan söyledim, yalan sayılmaz da üşendim anlatmaya, böyle sonsuzluk işaretinin yarısı gibi, kurdele gibi bir şey yaparım ekseriya. Çarpı "ret" anlamına gelir bende, ondan yapmıyorum beğendiklerime çarpı.


Adaletsiz Eros'a

İkimizi de aşka düşür.
Sana tanrısın derim Eros!
Sen tut beni yak, onu gözet;
İşte bu tanrılığa sığmaz.
Rufinus (i.ö.50-50)


Bu Rufinus 'u pek sevdim ben. Bilmiyorum neden, kanım ısındı kendisine. Benim aklım bir türlü ermiyor, bi- şöyle gönülden kabul edemiyorum insan-oğlunun var olduğundan itibaren hiç değişmediğini. Öğrenmediğini neslinden hiç bir şey, aynı duyguları hep taşıdığını; hem, bencil, pervasız, fena, zalim, acımasız, kalpsiz, kötü kalpli, hem saf, inanan, iyi kalpli, duyarlı, iyi, iyilik peşinde olduğunu unutuyorum ben hep. Böyle i.ö 50'de aşktan bahsedilmesi sanki aşk benle var olmuş gibi tuhafıma gidiyor bir an. Biliyorum saçma ama gidiyor işte...


İnsan Sevmeyen Timon'a kötü gelen öteki dünya


- Söyle Timon, bura mı, yok sa ora mı kötü?
- Bura kötü! Daha çoksunuz burada çünkü.
Kallimakos (i.ö.3.yy)  


Hele şuna bir bakın, daha İsa'dan bile önce insan insanın kötülüğünü tartışır olmuş. İnsanın dünyaya ve kendine ettiği bıktırmış. Timon 'da biraz insanoğlu üzerine düşünmüş, öyle lafı ortaya hemen atan bir adam da değil ki sözüne kulak verilmesin,  Eflatun'un Akademisinde eğitim görmüş, Akademiyi bir zaman oldukça etkilemiş bir filozof nihayetinde. Demek insanoğlu her zaman kötüymüş...


Göze Girmek İçin

Hep ölmüş ozanları beğenirsin
Översin, Vakerra
Beni beğenirsin diye, doğrusu,
Ölemem, Vakerra.
Martialis (i.s.40-104)


Şiir Kitapları


Kimi iyi, kimi orta, çoğu da kötü
Şiirlerimin. Elden ne gelir, Avitus?
Başka türlü yazılmıyor kitap dediğin.
Martialis (i.s.40-104)


İşte bunları okuyunca emin oldum; bir tek bana zor değil ki bu yazmak. Aslında zor olup olmadığından değil de, güzel değilse bırakmalı gibisinden bu kıvranmalarım.Yoksa, İlhan Berk usta demiş zamanında, daha ne densin; " yazmak cehennemdir."
Madem bu kadar kendimizden bahsettik. Bir sır daha verebiliriz, kolay gelmez böyle anlar ; Esengül...
Bu kadını niye seviyorum bir tülü anlamıyorum ben, ama seviyorum, öylesine. Çok genç yaşta ölmüş, yirmi beş gibi ondan belki. On yedi yaşında en ünlü gazinolarda söylemeye başlamış, İzmir fuarında,  Maksim gazinosunda assolist olmuş. Bence kendi grubunun en iyilerinden. Ama ben sanki daha önceki yaşamımda oymuşum gibi hissediyorum, öyle içleniyorum baktıkça. Ne kadar komik şeyler düşünüyor insan! Sanki hayatı avuçlarından kayıp gitmiş, tutamamış gibi, üzülüyorum O'na. Yumuşak ta bir sesi var aslında, sesi güzel...
Küçükken Adnan Şenses ile çevirdiği bir filmini izlemiştim, zaten tek filmi varmış, O'nuda izlemişim. Düşünüyorum; o filmi izlerken, bu şarkı, bu kadın, o film, bir şey daha olmuş olmalı evde. Ben onu unutup bunları koymuş olmalıyım yerine. Sanki zaten TV açıktı da, biz tesadüf o sesleri duyuyorduk. Ama hiç hatırlamıyorum işte bir şey. Belki de olmamıştır bir şey. Yok yok olmuştur, bazen üst üste beş kez dinleyebiliyorum çünkü bu şarkıyı, kesin olmuştur... Bir de bunca uğruna kavga edilen, gazino sahiplerinin kendi gazinosunda söyletmek için yarıştığı, silah çektiği, kısa ömrüne onca kaset, oncan şarkı sığdıran birinin cenazesi böyle mi olmalıydı. İşte ben böyle takılıyorum bu kadına, bilmiyorum...

Taht Kurmuşsun Kalbime by Esengül on Grooveshark

Evet, bu yazı yazma meselesini de böylelikle kapattık..

17 Aralık 2011

Yazmaya Değer Bir şey

Dedi ki; geceleri arar diye telefon koynumda yatıyorum. Arıyor da tabi. Aramasa, önceden arayıp ta bana bu alışkanlığı kazandırmamış olsa, yine de öyle uyurdum biliyorum.Annem fırlamasın diye sesini kısıyorum. Daha titreme başlamadan uyanıyorum neredeyse. Elim karıncalanıyor gibi, bir bakıyorum telefon. Sık olmasa da arar bazı geceler. Denedim mi bilmiyorum ; O burada değilken yani beş yıldır bir başkasına bakmayı, denememişimdir herhalde, denesem hatırlardım çünkü. Bir başkasına baksam, görsem, O'nun yerine başkasını koymaya kalksam bilirdim, bilirim. Dokuz yıl. Dokuz yıldır seviyorum ben O' nu... Dört yılı burada beş yılı yurt dışındaydı. Buradayken hiç bilmedi beni, benim O'nu bildiğim gibi. Arkadaşımdı, sık sık görüşürdük ama hiç bir zaman kalbimde başka bir yeri olduğunu söyleyemedim. "Neden ?"

Çok korktum, gider diye çok korktum, bu halinden de mahrum kalırım diye çok korktum. "Hangi halinden?" Böyle;  yanımda, arkadaşım halinden, arasam gelir, üzülse gelir, omzumda ağlar, erkekleri anlatır, kızları anlatır, ailesini anlatır, O anlatır ben dinlerim. Gözlerine bakarım hiç rahatsız olmaz, ellerini tutarım öylece bırakır avucuma, hiç tereddüt etmez. Aramıza tedirginlik girsin istemedim. Öyle oldu işte, söylemedim söyleyemedim. Hem aşklar bitmiyor mu eninde sonunda, belki böylesi daha iyiydi.

"Ya diğer yaşayacaklarınız, yaşayamadıklarınız ?" Düşündüm tabi onları da, düşünmez miyim. O' na her baktığımda gözlerimi gözlerine dikerdim. Bazen derdi;  ne kadar dikkatli bakıyorsun. Ben dudaklarını görmemek için öyle yapardım oysa. Uzun çok uzun siyah saçları, küçük, böyle uzak doğulu gözleri vardı, esmer ama beyaz tenliydi, yapısı da öyleydi biraz, ince, minyon..."Sen gibi yani."  Ben gibi sayılır, ama o daha ince. Bir kere kesti saçlarını çok kısa, uzadı ama yine iyi oldu." Sonra ?" Sonra, uzaklık bir şeyleri yetiremez oldu sanırım. Yetmiyordu. Yine sık sık konuşuyorduk, "msn" var, "skype" var, telefon var, e-posta var. Ama olmayınca yetmiyordu işte. Bir gece birden dedim.Konuşuyorduk telefonda. Bir boşluk oldu, benim konu açmam gerekiyordu öyle bir boşluk. Dedim; hep benim olsana ! "Ne !" dedi. Sanki hayatında daha şaşırtıcı bir şey duymamış gibi " Ne!" dedi. Benim işte. Benle ol, başkaları olmasın artık, anlatma. Buraya gel, benimle kal, gitme hiç..."Kapattın hemen telefonu"
Vallahi öyle yaptım, nereden bildin. "Senden bildim, nereden olacak. Bunca yıl susan cevap bekler mi hiç ?"
Sonra hiç bir şey demedi hiç, bende sormadım. Bir kaç yıl da öyle geçti. Sanki hem daha yakın hem daha uzaktı. Kimse olmadı hayatında, bana da bir şey demedi ama. Dün gece aradı en son. "Eeee"

Dedi ki; Haftaya geleceğim ya ben hani, dışarı falan çıkarız, görüşürüz bol bol dedik ya. Evet, hep dedik öyle. Kalabilecek miyim uzun vakit belli değil ama senle başka türlü olmak istiyorum ben. Başka? Başka işte, senin dediğin gibi... " Kapatmadın herhalde telefonu"
Gel, hemen gel.Şimdi gel dedim..."İyi demişsin".
İşte o kadar heyecanlıyım ki , anlatıverdim bunları sana. Sıkmadım değil mi ? On gün kaldı gelmesine..." Yok canım, ben de çok heyacanlandım, gerçek. Her şey gönlünce olacak bak, çok sabır eylemişsin sen, dahası selamettir, vallahi..."  Ve şarkı başlar...

Böyle aynen bir çırpıda anlattı sahi. O'nun kadar heyecanla dinledim bende. Öyle hem dalarak hem en yakınına hem kırk kat yabancıya anlatır gibi anlattı. Sanki kimseye anlatmamış gibi ki,  çok yakını da değilim hani.
Yazmaya değer mi bu örneğin, böyle dedim sonunda kendi kendime?.. Ne çok aşk hikayesi var yazılmış, ne ben ünlüyüm her yazdığım en azından bir gözden geçirilsin ne anlatacağım kişi ünlü, merak edilsin.
Biz yazma aşkına deneyelim, deneyelim görelim öyleyse...

15 Aralık 2011

Yazmaya Değer

Ne zaman yazmayı düşünsem, özellikle de son zamanlarda, böyle diyorum; yazmaya değer bir konu mu ? Güzel cümleler geliyor aklıma, kuruyorum da arkasından başka güzel cümleler, yine yazamıyorum, yazmıyorum. Kitapları, filmleri, anıları, hikayeleri, gündelik olayları, geçmiş olayları, üçüncü sayfa haberlerini, tarihi olayları düşünüyorum ama hiç gelmiyorlar bana yazmaya değer. Yazılanlara bakıyorum, sevmiyor değilim bir salata tarifinin detaylıca anlatılmasını mesela, eski bir kalp ağrısının sayfalarca canlandırılmasını yeniden, gündemden bir haberin eleştirisini, bir pazar günü gezmesinin gülücüklerle bezenerek kağıda, yok yok, ekrana dökülmesini. Seviyorum, keyifle de okuyorum çoğunu. Kendim yazmaya gelince, neden okusun ki insanlar bunu diyorum. Kimi ne ilgilendirir ki benim her hangi bir konuda ne düşündüğüm diyorum ?

Sanırım, bir çokları gibi bana da deselerdi bu "günlük" mantığı tutar mı ? Hayır derdim kesinlikle. Herhangi bir konuda yetkinliği ispatlanmamış daha da doğrusu bilinmeyen birinin o konu hakkında söylediklerine neden itibar edelim ki değil mi? Ama dünya tam da bu yöne gitti. Film yorumlarından, kitap eleştirilerinden, internet ürün satışlarına kadar bir çok alanda ürün detayından ya da film künyesinden önce yorumlar okunur oldu. Ne kültürünü ne de düşünce sistemini hiç bilmediğimiz insanların yorumları kararlarımızda etkili olur oldu. Oluyor da, öyle...Buradan sonrasını bırakıyorum. Herhalde sosyologlar da inceliyordur daha konuyu.

Benim diyeceğim başka. Benim diyeceğim ; edebi bir eserin okunmaya değer olmasının nedeni konunun kendisi değil kesinlikle. Bu tespitimi de yazıya dökeyim ki bir daha tereddüt etmeyeyim dedim. Okunmaya değer olmasını bu noktada yazmaya değer olması ile eşleştiriyor gibiyim ama yazmaya değer olup olmadığı fikrinin - neden okunsun ki- fikrinden çıkmasından. Yoksa , yazmak safi okunmak ile ilgili değil. Çoğunluk öyle ama direkt değil bence. O çok başka bir konu.

Ana konumuza dönecek olursak; neden ben yolda-izde çeşit çeşit bekleme duraklarında Sait Faik'in ada vapuru ile İstanbul'a gelişlerini, meyhanelerde etrafı seyretmelerini, kahve köşelerinde not tutmalarını, mahallenin dedikodusunu yapmasını, öğlenlere kadar uyuyup akşam üstü gezmelerini kendi kendime gülümseyerek okuyorum mesela. Bana ne ! Hem olmuş bitmiş. Hem okuyorum hem de adaya gidip, belki tam da burada oturmuştu diye baktığı denizi görmeye çabalıyorum. Niye? Çünkü ben nerede olursa olsun okurken gülümseyebiliyorum. Çünkü, rutinin, sadeliğin, küçük hikayelerin hayatın ta kendisi olduğunu gözümün içine hiç acıtmadan soktuğu için. Bir de çok kıskanıyorum şahsını; az gelir, az harcama ,etrafa bakan ve de görebilen gözler, günün birazı gezinti birazı laf ebeliği, kalanı yazı yazmak...

Günlerce gözümün önündeydi Anna 'nın tren raylarında başının ne yönde durmuş olabileceği. Ruslara özgü bembeyaz teninden kıpkırmızı kanın ne yöne doğru aktığı. Gelen trene doğru bakarken gözlerindeki umutsuz ve kayıtsız bakış. Niye? Çünkü evli, üstelikte çocuk sahibi bir kadının genç bir subaya olan aşkını Leo Tolstoy sayfalarca anlatabildiği ve aradan geçen onca yıla rağmen hala görmüş gibi gözümün önüne getirebildiği için.

Anlatabilmek, kelimeleri seçebilmek böyle bir şey. Bazen, bazı cümlelere baktığımda, kırk yıl düşünsem ben o kelimeyi oraya koyamam gibi geliyor. Ne yazık yazmaya yeltenen ben için her zaman sorun olmuştur anlatabilmek. Ben ne kadar çok kelime bulursam bulayım yetmez gibi gelir bazen anlatmaya...

İşte, hikayeyi hikaye yapan ne olduğu değil, nasıl anlatıldığı. Hayatı hayat yapan her sabah aynı yerden doğan güneş değil, ona bakınca görebildiğimiz şey, hikayemizi hangi dilde yazarak ilerlediğimiz...

Devamı olacak...Dedim ya ne kadar yazsam eksikmiş gibi geliyor, ondan...

28 Kasım 2011

Evet, salağım...

Vesikalı Yarim filmi hakkında yazdığım neredeyse iki sayfalık metni yanlışlıkla sildim. Özene bezene bir haftadır uğraştığım, diyaloglarını sahneleri on kere izleyerek kopyaladığım, her bir sahnesini ezberlediğim o güzelim filmi ilmek ilmek anlattığım yazıyı benzer isimle kayıtlı diğer yazıyı sileyim derken sildim ! . Evet salağım... Evet, niye herşeyi böyle silmeye meraklıyım, hemen ortadan kaybolsun, gözüm görmesin ruh hali içindeyim bende bilmiyorum. Hep her yer temiz olsun, fazlalık hiç bir şey olmasın,neye ihtiyacım varsa o bulunsun başka da birşeye gerek yok diyorum.
Bir keresinde bilgisayardaki sistem dosyalarını fazla dağınıklar diye bir araya topladım, hepsini güzelce klasörledim, yerleştirdim bir köşeye. Bilgisayar kendini kapatıp bir daha açılmayınca götürdüğüm on üç-on dört yaşlarındaki sevimli çocuk: "Abla sen bunlara hiç dokunma. Bunlar gizli dosyalar, senin işine yarayacak hiç bir şey yok burada, ben onları şimdi doğru yerlerine aldım, onlara sakın dokunma " dedi. "İyi de karışık duruyorlardı, kendi dosylalarımla karışıyorlar " dedim. "Tamam ben onları görünmez yaptım merak etmeyin" dedi...
Gerçekten güzel yazı olmuştu. Hem de uzun zamandır yazamazken, zihnimi ve parmaklarımı açmıştı...

19 Kasım 2011

The Rose With A Broken Neck...



Çok sevgili bir blog yazarından öğrendim öğreneli başka bir şey dinleyemiyorum...Hüzün bu kadar mı güzel anlatılır...Teşekkürler sevgili endiseliperi...

Güzelleşelim...


İçelim. İçelim. İçelim.

03 Kasım 2011

Avize Odası


Bu oda benim olsaydı, ben kendimi şatoda prenses sanırdım. Olsun, olsaydı da öyle sansaydım...

İstif Öncesi


Ben de kendimi görsem şaşardım; o yuvarlak tıpalara nasıl dönüştüğüme. Valla!

İstif


Fırlatıp atıyorsunuz ama biz olmadan ne tadı ne tuzu var o meretin...

That's my shop ! *


* İşte benim dükkanım!  Benim benim, evet, benim dükkanım orası...

Şekerleme


Öyle yorgunum ki!  Öyle...

Turuncu...


Hay ben kendime ne diyeyim ! Ne diye zamanı yazdırmaya çalıştın o güzelim turuncunun üzerine, ha !...

24 Ekim 2011

Lanet Olasılıklar...

Fucking possibilities.



"Tanrı zar atmaz", demiştir Einstein. Ya nedir öyleyse her seçim ?



* Fotoğraf "yuksektopuklar.tumblr.com" adresinden alınmıştır.

23 Ekim 2011

Melezler

Böyle olur işte; bir arap ve bir latin çocuk yaparsa, işte böyle bir arap gırtlağı, gözleri, latin kıvrımları, gülümsemesi ve kıvraklığı çıkar ortaya. O zaman bir kadın böyle hem seksi hem sevimli oluverir işte ilk bakışta...Tam adı Shakira Isabel Mebarak Ripoll olan bu afete baktığımda iki şey geliyor aklıma ; bu ne özel bir ses, bu ne güzel bir dans ve ben bir kadını nasıl bu kadar güzel bulabilirim !? Bulurum ama ben, bazı kadınlara baktıkça işte güzelin anlamı budur dediğim çok olmuştur. Shakira tek başına güzel değil çok ama yeteneklerinin bileşeni O'nu oldukça güzel kılıyor...Kolera Günlerinde Aşk filmine de ayrı bir güzellik katmıştır sesi...Bir de keşke o saçlarını ikide bir sarıya boyatmasa. Biri ona "sen sıcak ülkelerin kadınısın, öyle soluk yüz ve saçlar sana göre değil" dese.

Bir kaç tane daha var bunlardan, biri Natacha Atlas; Mısır ve İngiliz karışımı, daha çok arap ezgileri söyler, "Kingdom of Heaven" filminde seslendirdiği şarkılarla biraz daha populer oldu. Ben kendisini çok dinlemem ama.

Diğeri, bana göre durup dururken ağlatabilen kadın diyebileceğimiz Yasmin Levy. Sefarad Yahudisi'dir , ladino tarzında söyler. Çok iyi bir ses ve yorum. Hüznün ve melankolinin sesi. Sanki tüm sefaradların geçmişini, acısını her notaya nokta nokta işlemiş gibi. Sanki sadece sesten oluşuyor. Biyolojik olarak melez sayılmaz ama müziği melez. Anne ve babası Türkiye'de doğmuş İspanyol kökenli yahudilerden. Kendisi İsrail'de doğmuş. Müziği köklerinden çok izler taşıyor haliyle.

İyi ki bir araya gelmiş bu anne-babalar...


Fikirler de düşünceler de böyle değil midir? Farklı olanları dinleyebilsek, konuşabilsek birbirimizle aynı masanın etrafında, ortaya çıkabilecek olan yeni anlamlar, yeni fikirler olacaktır bence hep dünyayı daha iyi daha yaşanabilir kılabilecek olan... Evet, ben de aynı fikirde olduğum insanlarla bir arada olurum, onların etrafımda olmasından hoşlanırım, fikirlerini benimsediğim insanların sohbetini ararım, aynı şeyleri bilen, konuşan, seven insan gördüğümde mutlu olurum. Fakat bu hiç bir zaman ötekini yok saydırmamalı bize. Dünyamızın temeli zıtlıkların birliği üzerin kurulmuştur, aynıya dönüştürmeye değil farklı olanla yaşamaya çabalamalıyız. Sevmek ?! Sevmeyebiliriz. Eskiden severdim insanları, çok eskiden. Şimdi bir  "tanıdığın" sesini duyuyorum çok sık kulaklarımda " İnsanları sevmiyorum Aze..." Ben de sevmiyorum epeydir, ama varlar, ben de onlardan biriyim...

21 Ekim 2011

Okur - Yazar

Son zamanlarda yazdıklarımı yazıp yazıp siliyorum. Yazmayı bırakıp okudukça daha da yazamaz oluyorum. Okuduklarımı okudukça ne berbat bir "yazar"  olduğumu görüyorum. Burada bahsi geçen "yazar" okur-yazar'da bahsi geçen yazardır...
Kelimeler sıralıyorum beynimde, öyle güzel yerleştiriyorum ki, çok da güzel seslendiriyorum ama beyaz ekrana baktıkça beynim siliniyor, siliniyor...
Ünlü bir yazardı da diyen,  kimdi hatırlamıyorum, herkes gibi bende yirmi dokuz harf kullanıyorum yazarken demişti. Yazıyla yapılan şeylere, o anlatılara, beynimizde nasıl yer ettiklerine baktığımızda yirmi dokuz harfin yettiğini görmek insanı şaşırtıyor bence de.
Sanırım ben ne yazarsam yazayım sevmeyeceğim. Mesela şu :  " W.Faulkner 1950'de nobel ödülünü aldığı zaman demiş ki ; " Ödülümü almaya gelmeyeceğim. Orası çok uzak."
Ne, net anlatıyor bazı şeylerin anlamsız olduğunu...
Son izlediğim W. Allen filminde, Bay Allen E. Hemingway 'a şöyle dedirtiyor : " Ben bir yazar olarak diğer bir yazarın yazdıkları konusunda kesinlikle iyi demem. Gerçekten iyiyse kıskançlığımdan demem, kötüyse de iyi demem. Bir yazar diğer bir yazara nasıl yazdığını sormamalıdır. Yazarlar yazarların rakibidir" Burada bahsi geçen "yazar " ifadeleri okur-yazar'da bahsi geçen "yazar" ifadesi değildir.

13 Ekim 2011

Bilsek Ne Değişiyor ?

Sir Edmund Hillary Yeni Zelanda'lı dağcı ve kaşif, 29 Mayıs 1953'te Everest'in tepesine ilk çıkan insan olarak ansiklopedilere ve tarih kitaplarına geçmiştir. " Sir " ünvanını bu şekilde kazanmıştır. Edmund Hillary Everest'in zirvesine çıkarken kendisine Tenzing Norgay isimli bir yerli rehberlik etmiştir. Ünvanını aldıktan bir kaç yıl sonra ansiklopedilere ve kitaplara Bay Tenzing Norgay 'ın da adının yazılmasına karar verildi. Basın toplantısı esnasında Bay Hillary rehberinden bahsetmiş ama adını yazdırma gereği duymamıştı. Daha sonraları eklendi işte... Bay Norgay 'ın babası, O'nun da babası Everest'e bir çok kez çıkmıştı, zaten neredeyse zirvede yaşıyorlardı ama bunu kitaplara yazdırmak hiç akıllarına gelmemişti, gereği de yoktu ki. O dağ zaten onların doğduğu yerdi, iner çıkardı onlar oraya, ne vardı ki bunda.

Biz insanlar saati yarattığımızdan beri gün yirmi dört saat. Zaten dönen zaman biz dilimlere böldüğümüzden beri bir kısalıyor bir uzuyor.

07 Ekim 2011

Şans mıdır ?

Vardır herkes gibi benim de başıma gelen ilginç, şans denilebilecek ya da şanssızlık denip vah vah edilebilecek minik hikayelerim...Düşünüp de bulamadığım muhtemelen de hiç bulamayacağım sorulardandır; şans mıdır olan şey yoksa zaten olacaktır da biz mi onu şans zannederiz. Mesela ;

Bir gün, uzakta değil geçenlerde birgün elimde çöp poşeti balkona doğru yürüdüm, birinci katta oturmanın avantajıyla hemen balkon altında bulunan çöp konteynırına poşeti atmayı düşünüyorum, bir yandan da poşet içindeki şişelerin bu durumda ne olacağını ?- Bazen yaparım evet, üşengeçlikten.- Hem yürüyordum hem kırılırlar mı, çok ses yaparlar mı, şu belediye ne diye şu mahallede cam-kağıt-atık kutularını ayırmaz ki daha diye söyleniyordum. Evet hepsini beş, belki de altı metre içinde düşündüm. Yine de çıktım balkona ki ne göreyim : Konteynırın içi tepeleme yaprak dolu. Biraz yaprak biraz dal. Karşı ki ağacı budamışlar. Bu sabah şanslı günümde miyim nedir dedim... O şişeler o yaprakların üzerine öyle güzel , öyle yumuşak düştüler ki, benim atlayasım geldi neredeyse...Eğer ben şişeleri dert etmeseydim bunu şans olarak görür müydüm, aklıma gelir miydi. Hiç umurumda olmasaydı şişeler şans olmayacaktı, değil mi?

Bir gün, çok uzaklarda bir gün işe giderken yanımda hiç para olmadığını fark ettim. İşin gerçeği evden çıkarken de biliyordum ama o gün maaşımın hesabıma yatması gerekiyordu. Banka para verme makinasının başına geçtim, şifremi girdim, rakamı girdim: Yok... Hiç para yok. Yatmamış. Olağan bir şey değildi ama olduğu da olmuştu. Bir vapur ücretiydi ama yoktu işte... İşe gidebilmem için sadece 1.-TL gerekiyordu ve yoktu. Sağa bakıyordum , sola bakıyordum, denize bakıyordum ve karşıya nasıl geçeceğimi düşünüp duruyordum ve işe geç kalıyordum üstüne üstlük. Dedim ki içimden : N'olur para bulsam, n'olur ki bulsam...İnsanlar yolda para bulmaz mı bulur, bende şimdi buluversem, alsam. Para verme makinasına iki üç kez bakmıştım. Son bakışımda, tam kartımı makinaya yerleştirdim ki ayaklarımın dibinde 1.-TL. duruyordu. İki üç kez bakmama rağmen sanki birden var olmuş gibi orada duruyordu öyle...

O paraya ihtiyacım olmasaydı, o paranın orada duruyor olması benim için bir hiç olacaktı, belki de hiç almayacaktım. Şans mıydı, tesadüf mü ? Belki de o gün işe gitmesem başka türlü bir şeyler olacaktı , benim için gelecekte başka bir şans olacaktı, kim bilebilir ki...O yüzden ben kuvvetle inanırım ki, çok altını dolduramasam da, her şey olması gerektiği gibi olmaktadır, olacaktır. Bu, kadercilikten ziyade hayatın döngüsü ile ilgili sanırım...Hayat sadece kendi döngüsünde ilerliyor, bizim için özel şeyler düşünmüyor. Başımıza gelenler için nasıl bir biçim biçiyorsak öyle düşünüyoruz, durumdan önce ihtiyacı düşünmüş isek şans diyoruz, düşünmemiş isek geçip gidiyoruz işte. Birbirine bağlı tesadüfler çoğunluk. Hem nedir ki şans; bugün şans gibi görün en bir olayı hayat tamamlanmadan nasıl bilebiliriz ki ? Madem bir olay diğer bir olayı nedenliyor, bugün yaşanan bir durumun ölürken nedenimiz olmayacağını nereden bilebiliriz. Bilemeyiz. O yüzden başımıza gelenler ne şanstır ne de şanssızlıktır, sadece başımıza gelmiştir. Büyütmeye hiç gerek yok. Hayat bir insan ömrü için hiçte büyük değildir...

27 Eylül 2011

" 27.09.2007 "

" Bu ömrü nasıl bitirdik bilemedim yavrum. Nasıl ettik, n'aptıkta  bitti bu koca ömür anlamadık."  Anneannem derdi zaman zaman böyle. İki yıl önce bu günlere yakın bir zamanda bitirdi ömrünü.  O son günlerinde artık hiç konuşmazken, bizleri tanıdığını bile hiç belli etmezken öleceğini düşünüyordu eminim. Nasıl bir duygudur acaba; insan yine de emin olabilir mi yakında bir vakit öleceğinden...
Babaannemede " Nasılsın" desem, çoğu zaman böyle der: " Heey gidi kızım heeey, ömür geçti,  nasıl olalım! " Etrafımdaki hangi yaşlıya sorsam çoğunlukla ömrün nasıl geçtiğini bilemediklerini söyler. Vardır elbet mutlu zamanları, acılı zamanları, dolu dolu hatırladıkları zamanları ama hep kısadır, uzaktadır ve  anlaşılamıyordur hangi aralıkta geçti...Az çok ta kendimden bilerek eminim ki artık : Ömrün nasıl geçtiğini hiç anlayamıyor insan...
Sadece şimdiki zamanın bir anlamı var, bu çıkıyor ortaya. Geçmiş;  hatırlaması anlamsız olacak kadar kısalıyor, uzun bir zaman dilimi değil yaşanmış olan, unutmadığınız bazı anların görüntülerinden ibaret kalıyor. Gelecek ise zaten yok.

Zamansız ölüm; insanı en çok yaralayan... Birazdan ölmeyeceğimden emin olmadığım ben dahil sizler de hiç aklınıza getirmiyorsunuz bu yazımı okurken belki de çoktan ölmüş olabileceğimi...
Birinin anneannesi, dedesi öldüğünde ilk sorulardandır : "Hasta mıydı ? -Kurtulmuş o zaman. Çok mu yaşlıydı ? -Acı çekmemiş o zaman."  Teselli;  böyle sanılır. Dünyayı bugününe getirmiş insan aklının aklına gelen o dur o an. Yine de haksızlık edilmemeli, insanın kendisi bile geçirir aklından birazdan ölebileceklerini ve hatta acı çektiklerinde dileyebilir de, dilenebilir ölüm...

Bugün düşünüyorum da insan hiç inanmıyor yakınlarının ölmüş olduğuna. İnanç değil yerleşen şey. Hele de hiç aklınıza getirmediklerinize...
Ömür nedir ki öyleyse ? Eğer yetmiş üç yıl yaşamış olan anneannem için yetmiş gün bile değilse ömrünün hatırlanan zamanı, ömrüne biçtiği hayattan aklında kalanlar yetmiş gün bile etmiyorsa, HİÇ' tir ömür...Hiç...
O nedenle de çok ta yersiz değildir bir kaç dakikalık "hayat" için ömürden vazgeçmek...Bir kaç dakika da olsa, yetmiş yıl da olsa o kadarsa geriye kalan; bir kaç dakika ise, neden olmasın...

Hayat içinde doldurduğumuz yerden gittiğimizde ne oluyor o yere hiç anlamasam da,  doldurmasak da o boşlukları başka şeylerle, o boşluklarla yaşamaya nasıl alışıyor insan en şaşırtıcı şeylerden biridir bana göre.

Sevdiğin şarkıları dinledim, sevdiğin filmlerden pasajlar izledim, yüzünü düşündüm, kısacık saçlarını, uzun ya da küt saçlarını, güzelliğini, kahkahanı, ranzadan yere nasıl atladığını, sırt çantanı, hızlı hızlı yürüyüşünü, " konuşmak ister misin" demeni, haşhaşlı ekmeğini, ev yapımı biber salçanı, sigara tablanı, çakmağını hatırladım.Gülümsedim, gülümsedim, gülümsedim...
Bıraktıklarını düşündüm, daha bırakmayı planladıklarını, ömrünü,  hayatını düşündüm. Kısa ömründen kalan hayatını...
Arkadaşımdın, arkadaşımsın...Seni anlatmayı planladım ama olmadı...Geçmişte de denemiştim yine olmamıştı. Yok, yazamıyorum ben seni, olmuyor. Duyabiliyor musun ? Yazmamalı mıyım ? Belki. Sen isterdin sanki, sen severdin yazmayı sanki...O kadar hızlı gittin ki, o kadar sessiz gittin ki hiç soramadık sana? Hiç bir şey soramadık sana...

Başka zaman. Belki seneye. Hani o uydurduğumuz zaman kalıplarından ; sene-i devriyende belki...

Öğrettiklerinden, sevdirdiklerinden :    


http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=241234

23 Eylül 2011

Başlangıçlar ve Sonlar: Benim Hüzünlü Orospularım

Can Yayınları, 2005,  1.Baskı
109 sayfa
Yazar: G.Marquez
Orjinal adı : Memoria de mis putas tristes

Başlangıç : Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. Aklıma Rosa Cabarcas geldi, hani şu gizli genelevinde eline yeni bir parça düşer düşmez hatırlı müşterilerini haberdar eden kadın. Daha önce ne böyle bir şeye niyetlendiğim olmuştu ne de onun baştan çıkarıcı müstehcen önerilerine kapıldığım, ama benim ilke sahibi biri olduğuma hiç inanmazdı o.Ahlak da bir zaman sorunudur, derdi, yüzünde hınzırca bir gülümsemeyle, görürsün bak. Benden biraz daha gençti, ama ondan o kadar uzun yıllardan beri haber alamamıştım ki, pekala ölmüş olabilirdi. Oysa telefonu açar açmaz sesini hemen tanıdım ve lafı döndürüp dolaştırmadan kafamdakini söyleyiverdim:
 "Bugün olur."
...

Ve Son : Sevinç içinde sokağa
Gabriel Garcia Marquez
çıktım, birinci yüzyılımın uzak ufkunda ilk kez kendi kendimi görüp tanıdım. Sabah saat altıyı çeyrek geçe sessiz ve düzen içinde olan evim, mutlu bir şafağın renklerinin tadını çıkarmaya başlıyordu. Damiana muftakta avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylüyordu, dirilmiş olan kedi ayaklarımın dibinde kuyruğunu yukarı doğru kıvırarak yazı masasına kadar yanımda yürüdü. Rengi solmuş kağıtlarımı, mürekkep hokkasını, tüy kalemi düzeltirken güneş parktaki badem ağaçlarının arasından görünüverdi. Kuraklık nedeniyle nehirde bir hafta gecikmiş olan posta vapuru limandaki kanala düdük çala çala girdi. Sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra her hangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkum olmuştu. 


not: Nedir bu dizi yazının amacı derseniz; işte burada.

21 Eylül 2011

Başlangıçlar ve Sonlar: Bozkırkurdu

Afa Yayınları,1993 3.Baskı
208 sayfa.
Yazar: Hermann Hesse
Orjinal adı : Der Steppenwolf  

Başlangıç: O gün de diğerleri gibiydi. Her zamanki sade ve içine kapanık yaşamımı sürdürerek günü tüketmiştim. Bir iki saat çalışmış, eski kitapları incelemiş, iki saat kadar yaşlılara özgü sızılar çekmiş, ilaç içmiş ve aldığım tozun etkisiyle ağrılar dinmeye başlayınca sevinmiş, kendimi sıcak bir banyonun rahatlığına uzun süre kapıp koyvermiş, üç kez postacıyı kabul etmiş ve ilgimi hiç çekmeyen mektuplara göz atmış, soluk alma egzersizlerimi yapmış ama tembellikten düşünme egzersizlerine ara vermiş, bir saatlik yürüyüş sırasında gökyüzünde gezinen olağanüstü güzellikteki bulut şekillerini izlemiştim. Çok zevkliydi. Eski kitapları okumak ve sıcak suda yatmak da öyle. Ama tüm bunlara karşın, büyük hazların duyumsandığı, mutluluk ve sevinç yüklü bir gün değildi.  Çoktan beri yaşamımı belirleyen, oldukça hoş, oldukça dayanılabilir günlerden biriydi yalnızca. Durumundan pek hoşnut olmayan orta yaşlı bir beyin, aşırı sızılar duymadan, önemli bir sorunu olmadan geçiştirdiği günlerden biri. Albert Stifter'i örnek alıp traş olurken kaza süsü vererek intihar etme zamanının gelip gelmediğini acılar ve huzursuzluklar içinde kıvranmadan, sakin ve gerçekçi bir tutumla düşünebildiğim ve umutsuzluğun derin uçurumuna düşmediğim sıradan günlerden biriydi işte!


...

Ve son : Bir gün oyunu daha iyi oynamayı öğrenecektim, gülmeyi de. Pablo beni bekliyordu, Mozart da.

not: Nedir bu dizi yazının amacı derseniz; işte burada.

12 Eylül 2011

İçimiz: Korku

Engel olamıyordum. Ellerimi birbirinin içine koyuyor, sıkıyor, yumruk yapıyor, bir elimi diğer elimle tutarak titremesini durdurmaya çalışıyor ama engel olamıyordum. Konuşsam ağlayacaktım fakat konuşmak bir yana, hem konuşamıyor hem takırdayan dişlerimin sesini yan odadan duymasınlar diye elimle bir yandan da ağzımı kapatmaya çabalıyordum. Dizlerimi bükebildiğim kadar bükmüş, çenemi dizlerime dayamış, vücudumu mümkün olduğunca girdiğim kuytuya sıkıştırmıştım.

Ben bir şey yapmadım ki, ben ona "Arkamdan ayrılma, hatta önümde dur" dedim. Zorla mı tutacaktım elini, tutturmuyordu işte!.. İnatçı oğlan ne desem her seferinde bacaklarımı tekmeliyordu inadından. Ben bir şey yapmadım, ben görmedim ki... Hem ona "Bak dibimde yürü, ayrılma" demiştim. 
Kendi kendime sayıklıyordum sessizce, önce kendime anlatıyordum anlayabilmek için. Birden olmuştu işte, hiç anlayamamıştım nasıl olmuştu...

Yer yatakları ve yorganlar üst üste yığılıydı, ceviz ağacından yapılma annemin  çeyiz sandığının üstünde. Beyaz, pamuktan dokuma bir çarşaf seriliydi üstlerinde, püskülleri gözümün önüne sarkıyordu. Kendimi gardıropla yatak yığının arasındaki küçük boşluğa sıkıştırmıştım olabildiğince. Yedi yaşında olmanın avantajıydı bu. Bir de cılız bir kız olmanın. İyice sokuldum, tişörtümün sıyrılıp belimin açıldığı yerden duvara sürtüyordu sırtım, soğuktu, içeride annem sobaya fındık kabuğu dolduruyordu, tıkırtılarını duyuyordum. Üşümüyordum. Annem beni büyüdükten sonra sevmişti , biliyordum öyleydi. Annem beni doğurduğu çocuk değil ona kol kanat geren abla olduğum zamanlarda sevmişti. Annemin çocuğu değildim ben küçükken. Yedi yaşında henüz sevmeye başlamış mıydı bilmiyorum ama yine de kızmazdı bana biliyorum. Çocuktum zira. Kızmazdı kimse, niye kızsınlar çocuklara?

Sobanın kapağının gıcırtısı kulağımı tırmalıyordu. Eskimişti, Annem ne zamandır söylüyordu ama Babamın pek dikkate aldığı yoktu. Ben de demiştim ikimiz gidemeyiz Baba diye ama dikkate almamıştı işte. Annemi de dikkate almazdı böyle beni de almamıştı işte. Dedim ben "Ben onunla uğraşamam, beni hiç dinlemiyor." "Bir şey olmaz" demişti. "Bir şey olmaz tut elinden gidin, bakın gelin." 

Arabanın tekerleklerinin gıcırtısı kulağımı tırmalıyordu. Yine duyuyordum işte. Sobamıydı, yok, yok arabanın tekerlekleriydi.  Arkama baktım; kolunu gördüm. Tekerleği gördüm. Minibüsü gördüm. Şoförü arabadan inerken gördüm. Yok, kan görmedim, sesini hiç duymadım. Ben tekerleğin gıcırtısını duydum sonra da kolunu gördüm. Şoförün küfrünü duydum, manavın Babamın dükkanına doğru koştuğunu gördüm. İçeri girdiğini görmedim ama seslendiğini duydum. Kimse beni görmedi. Evet, görmemişti. İyi olmuştu. Kimse beni burada aramayacaktı.

Ne kadar zaman geçmişti hatırlamıyordum. Babam omzumdan sarsıyordu. Annemin çığlıklarını duyuyordum. "Yalan söylüyorsunuz, öldü demiyorsunuz" diyordu sürekli. Babam bana bakıyordu. Ben, iki gündür oradaymış süsü vermeye çalışıyordum kendime, sanki onunla hiç sabah evden çıkmamışız, hiç gitmemişiz bandoculara bakmaya. O aşağıda, dükkanda tekerlekli sopasını tıkırdatıp duruyor hala.

"Gel, bir şey yok, gel."
"Ben bir şey yapmadım, bir baktım minibüs gelmiş. Ama hiç bağırmadı, acımamıştır, çünkü hiç bağırmadı." 
"İyi, birazcık karnı ezilmiş, hastahanede uyuyor şimdi, gel. Annenle beraber gidelim gel." 

Çıktım araya girdiğim yerden. Elimi uzattım. Babam tuttu elimden, ayağa kalktım. 
" Hadi o zaman gidelim bakalım belki uyanmıştır."

04 Eylül 2011

Kırmızı Işık


Bisikletler durun! Bisiklet üstündekiler ve yayalar geçebilir.

Başlangıçlar ve Sonlar: Paris Düşerken

Oda Yayınları, 1987 1.Baskı
693 sayfa.
Yazar : İlya Grigoryeviç Ehrenburg
Orjinal adı : Pedeniye Parija


Başlangıç: Andre'nin atölyesi "Cherche-Midi" sokağındaydı. Eski bir sokaktı burası. Sokağı çepeçevre saran binalar bir kömür yığını gibi simsiyah ve kirliydiler. Evlerin pancurları bile bu karanlığa boyun eğmişlerdi. Sokak sağlı sollu antikacı dükkanlarıyla doluydu. Bu dükkanlarda aşırı titiz ve sıkıcı yaşlı madamlar, tüysüz sakalsız ihtiyarlar bir yığın eski püsküyü satmaya uğraşırlardı: Messidor stili yazı masaları, tahtadan oyulmuş tombul tombul melekler, çin paraları, nar çiçeği renkli kolyeler, madalyonlar...
...
İlya Ehrenburg

Ve son:  Andre gülümsüyordu. Dönüp pencereye geldi yeniden. Cherche-Midi sokağı...Sımsıkı kapalı bütün pencereler. Ve cephesinde evlerin, her zamanki gibi tıpkı, kapı kanatlarının simsiyah izleri var. Hep o ölgün çiçek, şu karşı tabelada...Ve yarı aç kediler. Ve ağlayan çiçekçi...Ve dünyaya ilk haykırışı yeni doğan bir çocuğun. Cherche-Midi sokağı, evet..."Öğle vakti arayan..." Ben de ararım öğleyi, ve bulurum görürsünüz...Bulacağım. Işıkları, şenlikleri, balları, gelincikleri...ve gökyüzünü tabii...pırıl pırıl Paris'i...Bulmaz olur muyum hiç...Bulacağım!..
-Herkes evine! Vakit doldu! Herkes evine!.. diye bağıran hoparlörü işitmiyordu.

not: Nedir bu dizi yazının amacı derseniz; İşte burada.

01 Eylül 2011

Başlangıçlar ve Sonlar : Kırmızı Pazartesi

Can Yayınları 1985, 5.baskı.
120 sayfa.
Yazar : Gabriel Garcia Marquez
Orjinal adı : Cronica de U'na de Muerte Anunciada

Başlangıç : Santiago Nasar, öldürüleceği gün, piskoposun geldiği vapuru beklemek için sabah saat beş buçukta kalkmıştı. Düşünde kendini incecikten bir yağmurun yağdığı dev incir ağaçlarının oluşturduğu bir ormandan geçerken görmüş, bir an için mutlu olmuş, uyandığında üstünün başının kuş pisliğinden görünmez olduğu duygusuna kapılmıştı. Bundan yirmi yedi yıl önce annesi Placida Linero, bana, o uğursuz pazartesiyi anımsadığı bir sırada " Oğlum her zaman ağaçları düşlerdi. Bir hafta önce de düşünde kendini badem ağaçlarının arasında uçan ve dalların hiçbirine çarpmadan geçip giden yaldızlı kağıttan yapılmış bir uçakta gördü." dedi. Placida Linero başkalarının gördüğü düşleri hiç yanılsamdan yorumladığı için haklı bir üne kavuşmuştu. Yalnız bu düşlerin kendisine aç karnına anlatılması gerekti. Bununla birlikte oğlunun iki düşünde de hiç bir uğursuzluk sezmemiş,
hatta ölümünden önceki günlerde her sabah anlattığı ve yine ağaçlar gördüğü düşlerinde de herhangi bir felaket haberi görmemişti...
...

Ve son: Bu sırada son basamağa ayağı takılmış, ama kendini hemen toparlamıştı. Halam Wene, bana " bağırsaklarına yapışan tozu toprağı eliyle silkelemeye bile çalıştı." dedi. Sonra saat altıdan beri açık olan arka kapıdan içeri girmiş, boylu boyunca mutfağa yığılıp kalmıştı." 

not: Nedir bu yazı türünün amacı derseniz: İşte burada.                                                                     

22 Ağustos 2011

İçimiz...

İçgüdü :  Organizmayı o türe özgü olan bir amaca sürükleyen hareket eğilimi.

Refleks: Bir uyartıya verilen ani cevap ya da alınan uyartı sonucunda meydane gelen ani dürtü, beyne iletilmeksizin verilen cevap.

Duygu : Belirli nesne, olay ve bireylerin insanın dünyasında uyandırdığı izlenim. Başka bir deyişle bir izlenimdir, izdir. Değendir, dokunandır içimize, kişiye...Netleştiği üzere; izlenimin kendinde olan değildir henüz duygu denilen, dokunduğu yerde oluşandır. Ona tanımını veren, bizde olandır, bizdekidir...

İşte insanın kendine özgü ve diğerlerinden ayırıcı, O'na has özelliklerinin oluşmasına sebep ve vesile olan içimizden bahsedeceğiz bir müddet...Sadece içimiz değildir elbet bizi  "kişi" yapan; geçmişimiz, diğer insanlarla kurduğumuz ilişkilerimiz, farklı zaman dilimlerinde kazanılmış eğilim ve deneyimlerimiz, bu deneyimleri nasıl bütünlediğimiz, tavır ve davranışlarımızdır. İçimizin dışımızla ve yaşadığımız zaman boyutuyla kurduğu bütünlük ilişkisidir kısaca belki...

İçgüdüler ve refleksler hakkında yazmaya gerek yok, en azından benim söyleyebileceğim bir şey yok gibi. Kişiye değil insan ırkına özgü kabul edilen davranışlar belirli artık sanki.

Ben "kişiyle" tanımlanabilen duygulardan bahsetmek istiyorum,  korku' dan başlayarak...

16 Ağustos 2011

Kadırga...

Birbirimizi yaralarından tanıdık
dışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardık
konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında
duruyordu aramızda
oysa konuşsak yada dokunsak birbirimize
çekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlık
batık gemilerin deniz diplerini saran
umutsuzluğu vurmuştu yüzümüze
birbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerinden
ürküyorduk
bir definenin ikiye paylaştırılmış haritasında
bilmeden
birbirimize doğru ilerliyorduk.


M.Mungan


Ç. 01/07/1996


Kıskanıyorlar hepimizi ve kıskanacaklar
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir
Birazdan akşam olacak sevgilim
Bütün heybetiyle akşam olacak
Sevgilim, diyorum, oysa kimsecikler yok yanımda


Bilmiyorum kime sevgilim dediğimi
Bildiğim bir şey varsa
O kadar yeni bir anlamda söylüyorum ki bu kelimeyi
Unutup birden zamanı ve yeri


E.Cansever


Ç.20/08/1996


Ah Gece-ana : Koynun
nasılda kalabalık.Buluşuyor
yitik çocukların gölgesinde zeytinliğin
Bir oluş ve ayrılış tebessüm ve gözyaşı.
Gül ve toprak : Gizin
kapandığı ve açıldığı yer.


A.Oktay


Ç.10/07/1996

Sen...

Gümüş güneşin
Sudaki suretiydin
güneşi içinde eriten
gözlerinde ve dudaklarında
ateş böceklerinin uçuştuğu dolunaydın sen.


M.Çetin


Ç. 29/05/1995


Gözlerin ki ;
yan yana iki okyanus kadar derin
karıncaların eğilip su içtiği...
sen baktıkça güzelleşecek dünyamız
sesinde derin titremesi var bir nehrin
öpüyorum, öpüyorsun


Çok daha güzelmiş dünya.


M.Çetin


Kim bilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi
Uzaktan seyretmeseydik ruhunu birbirimizin
Kim bilir gelecek ayırmasaydı bizi birbirimizden
Belki bu kadar yakın olamazdık birbirimize.


N.Hikmet


Seni Seviyorum.


Çömeldim, bakıyorum toprağa.
Otlara bakıyorum, böceklere bakıyorum.
Mavi mavi çiçek açmış dallara bakıyorum,
Sen bahar toprağı gibisin sevgilim
sana bakıyorum


Sırtüstü uzandım görüyorum gökyüzünü,
Ağacın dallarını görüyorum.
Sen, bahar mevsiminde gökyüzü gibisin sevgilim
seni görüyorum


Gece kırda ateş yaktım, ateşe dokunuyorum
Suya dokunuyorum,
Kumaşa dokunuyorum,
Gümüşe dokunuyorum,
Sen yıldızların altında yakılan ateş gibisin sevgilim
sana dokunuyorum


İnsanların içindeyim seviyorum insanları
Hareketi seviyorum
Düşünceyi seviyorum
Kavgamı seviyorum
Sen kavgamın içinde bir insansın sevgilim,
Seni Seviyorum.


N.Hikmet


Ç. 29/05/1996

Ülke...


Yalnız aşkı vardır aşkı olanın
Ve kaybetmek daha güç bulamamaktan
Sen yüzüne sürgün olduğum kadın
Kardeşim olan gözlerini unutmadım
Çocuğum olan alnını,sevgilim olan ağzını
Dostum olan ellerini unutmadım.


C.Süreyya


"Var olan bir şey varsa o da yokluğun senin."


C.Süreyya

Ç.15/03/1995

Sorular...

Yaz bana ne giydiğini ! Sıcak mı bari ?
Yaz bana nerede yattığını ! Yerin yumuşak mı ?
Yaz bana nasıl göründüğünü ! Eskisi gibi mi ?
Yaz bana neyin eksik ! Acaba elim mi ?
Yaz bana nasılsın, koruyorlar mı seni ?
Yaz bana ne halt ediyorlar, cesaretin yeter mi ?
Yaz bana ne yapıyorsun ! İyi şeylerde var mı ?
Yaz bana ne düşünüyorsun,acaba beni mi ?
Tabi ancak sorularım var sana.
Ve bilirim cevapların nasıl olacağını da.
Yorulsan bir şey taşıyamam sana
Acıksan getiremem sana yiyecek bir şey,
Neredeyse silinip gitmiş gibi olurum dünyadan böyle
Hiç yokmuş seni unutmuş gibi sanki.


B.Brecht


Ç. 20/02/1995

10 Ağustos 2011

Alıntı " Pinhan"

"Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin. Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez. Görünenin ötesine geçmek istersen eğer, aradan örtüyü kaldırıp da bakarsan, kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Lakin gönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın."

"Sade tırtıl ile kelebek değil elbet. Sakın ola horgörme pinhan; canları horgörme. Bak bu gayb alemine, bir kendini gör. Bak kendine, cümle mahlukatın özünü gör. Devri tamam olan gelir, devri tamam olan gider. Gelen, gidende saklıdır; giden gelende saklı."
 
"Bugün sana nazım geçmedi.
yazık ki bu demde sana nazım geçmedi.
De bana, vuslatımıza daha çok var mı? "

"Sen bunu bildin mi pinhan? Sevdiğin, sevdiceğin gözünün önünde başkasına sevdalanır... Hiç bi şey gelmez elinden... Bu nasıl azaptır bildin mi? "

" Damlalardan biri
düştüğü yeri
deldi geçti."

İster öldür, ister al
kurtar beni pür-yareden
işte gönlüm, işte sen
ben çıktım artık aradan ( süreyya efendi )

Okuması zor bir kitap Pinhan. Yirmi altı yaşında genç bir kızın yazmış olması ise takdire şayandır...Elbette yüksek lisans tezinin "Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Döngüsel Evren ve Kadınsılık Anlayışı "  olması eminim romanın derin birikiminde etkili olmuştur.
Bir kere konunun başlangıç noktası ve bu konu üzerinden "insanın kendini arama " sürecinin işlenmesi hem yaratıcı hem de Mevlevi düşüncesinde işlenmesi iç yolculukların anlatılabilmesi için oldukça etkili olmuş. Hikaye içinde hikayeler masallardan masallara geçiş, İhsan Oktay Anar'ı andırıyor biraz ancak daha tasavvufa dair bu...
Çok ilginç karakterler var; Nevres mesela. Nevres altı yedi yaşlarında "küskün" bir çocuk. Bir akşam üstü karıncaların üzerine yoğurt dökerek ekmekle onları eziyor, hayata olan küskünlüğünün hıncını karıncalardan çıkarmaya çalışıyor...
Akrep Arif mahallesi, Şifacı kadınlar, Dervişler, Dürri baba, Karanfil Yorgi-Ateşoğlanı ve Pinhan...Hepsi çok ilginç...İnsanın kendini, kendinde olanı kabul etmesi, bilmesi, sevmesine dair çok uzun kafa karıştırıcı ve zor hikayeler bileşimi Pinhan...


Kitabı da mevlevi düşüncesinde olduğu gibi ki bir çok düşünce akımında olan; dünyanın temeli olduğu düşünülen dört ana elemente gönderme yaparak dört ana bölüme ayırmış Elif Şafak...Hikaye toprak ile başlıyor, hava ile yayılıyor genişliyor, karakterler çeşitleniyor sorular artıyor anlamlar çoğalıyor, ateş ile devam ediyor ve alevleniyor, bu bölümde aşka düşüyor Pinhan. Kendinin ne olacağına karar vermesi aşkının alevi ile şekilleniyor birazda. Ve su. Su ile çözülüyor her şey. Hem Pinhan hem Akrep mahallesi arınıyor, berraklaşıyor su ile...Histir, sezgidir, değişkendir su, etrafındaki tesirlerin özelliklerini özümseyebilir, hayat verici de olabilir zehirleyici de, temizleyici de olabilir kirletici de. Saf hali ile sadece hayat verici ve arındırıcıdır. Ateş güneş ve gündüz ise, su ay ve karanlıktır...İşte su ile akıp gidiyor Pinhan'ın da aklındaki her şüphe ve su ile geliyor yine yüreğindeki bilinmezliğin cevabı...
Pinhan zor bir kitap. Zor cümleler. Zor kelimeler...


"Vücudun şehrine gir, onu seyreyle. Biz nefsimizi silmekten değil bilmekten yanayız." 
"Ve O'na baktım ve ruhum titredi; çok güzeldi. Bedeni tekildi ve sanki her bir uzvu, diğerini seviyordu." 
" Korku duydu, çünkü yalnızlık korku yaratır. " Benden başka hiç bir şey yoksa niçin korkayım?" diye düşündü. O zaman korkusu geçti. Korkacak hiç bir şey yoktu; çünkü korku ikinci bir varlık olduğu zaman gelir." 

29 Temmuz 2011

İnsan: Hayvan

Biraz düşünsem " Yalnızız" kitabı gelir aklıma, ama önce "9.Hariciye Koğuşu" derim Peyami Safa denilince. Hasta bir adamın yalnızlığı ve içli bir aşk hikayesinin hikayesidir kitap. Bir de Nergis Kumbasar' ın yeşil gözleri ve sarı saçları tabii, kitaptan uyarlanan o eski zamanların dizisinden aklımda kalan. Oldukça eski bahisler bunlar, boş verin şimdi. 
Oysa, biliyor musunuz Peyami Safa kedisiyle saklambaç oynarmış? Ben bilmezdim. Yazarların kimi zaman ' insan' ın pespayeliklerini anlata anlata, yorgunlukları arasında teneffüse çıktıkları bu teneffüslerde farklı işler yaptıkları yazılır. Peyami Safa' da saklambaç oynarmış işte teneffüse çıkınca. 1933 tarihli "Üstadım Hayvanlar" adlı bir makalesine rastladım, zaten makaleyi de kedisinden esinlenerek yazmış. Oradan bazı alıntılar aldım bana ilginç ve doğru gelen. Aslında kediler sevdiğim hayvanlar listesinde birincil değildir.Sorulunca; at, köpek, kedi sıralamasında giderim çoğunluk. Severim sevmez değilim lakin kediler zor gelir bana; çok kaprisliler bir kere, nazlılar, narinler, sürekli ilgi istiyorlar bir yandan da canları istediğinde sevdiren bir soğuklukları var. Tuhaf hayvanlar kediler; karmaşıklar, hep anlamaya çalışmak gerekiyor ama anlayamayacağınızı anlıyorsunuz her seferinde, zor geliyor bana...


Peyami Safa çok seviyormuş anlaşılan ya da ilginç tespitleri var kediler ve hayvanlar üzerinden;
Evet, kedisi ile saklambaç oynarmış. Her seferinde o kadar iyi saklanırmış ki Peyami Bey, ne bir iz, ne bir koku, ne de kendinden görünen bir parça bırakırmış arkasında ama yine de sobelenirmiş.  Evin bilinmedik en esrarengiz noktasına saklansa da yine de bulurmuş kedisi onu. Bu nedenle kedisinin her şeyi anladığına ve kendisinden daha çok şey bildiğine inanırmış. Onu, ne kadar saklanırsa saklansın, nasıl saklanırsa saklansın, kokusunu bile gizlemesine rağmen bulan kedisi bazı sırlara vakıf olmalıymış P.Safa'ya göre. Öyle olmasa, Safa 'nın eve döneceği saati dakikasına varıncaya kadar bilemezmiş. Tabi bu kadar değilmiş, denge kanunlarını da çok iyi bilir kediler bilirsiniz, P.Safa da bunu farketmiş ve denge konusundaki bildikleri ile diğerlerini de birleştirince konuşabilseydi kedisinin Silahları Bırakma Konferansında soruları cevaplayabileceğini düşünürmüş... Şöyle diyor aynen; 
"Büyük hakikatler karşısında; artık söz burada zaittir deriz, büyük sırlara ermiş olan bütün hayvanlar için de söz zaittir. Ne söylesinler!? Dikkat ediniz, bizi en çok konuşturan, en çok münakaşaya sevk eden mevzular halli en güç olan davalardır. Anlasaydık susardık. Anlayan söylemez yapar. Benim en hürmet ettiğim üstatlar arasında hayvanlar da vardır. Onlardan çok şey öğrenmeye çalışırım. İyi bir insan olmak için evvela iyi bir hayvan olmak lazımdır derler. Ne mümkün ! Olsaydı, hiç kimse hayvan olduktan sonra insan olmak istemezdi... Bir örümcek eşek davasını hendese mualliminden, bir güvercin dünya haritasını coğrafya aliminden daha  iyi bilir..."
Helikopterler için arılardan esinlediğimizden, uçaklar için kartalları gözlemlediğimizden, örümcek ağlarına çeliğimizi denk getirmeye çalıştığımızdan, çalışkanlığımızı karıncalarla kıyasladığımızdan, daha yeni yeni turnalar kadar yüksekten uçabildiğimizden bahsetmek en kolay örnekler olacaktır herhalde. Ve derki yine;
"İnsan hayvanların en düşüneni, çünkü en aptalıdır. Çok defa biz insanlar zeka ile hileyi birbirine karıştırıyoruz ve kurnazlara zeki diyoruz. Hilekar manasında kurnaz, insanların en aptalıdır. Hakiki zekanın hilesi yoktur..."


" İnsan kendini yalnızca insanda tanır. " Goethe ...

23 Temmuz 2011

İlla ki Başkaları...*

Bütünden kopmuş bir parça gibi hep kendisini tamamlamaya özenir, bunda ısrar eder, bütünü, bütünleşmeyi arzular insan..."Bir şey eksik işte ifade edemediğim" , " Bir şey var olmayan ama benim bulamadığım" ,"Bir şey olmalı, başka bir şeyler" gibi. Tam da bu belirsizliktir işte, belirginleştirilmesi, kurulması gereken insan tarafından. Dışarıda bekleyen hayattır...Bu bütünleşme çabası bir yaratanın kaynağını arama çabası değildir, insanın kendisini "var edebilmesi" ile ilgilidir. Anlamı kendi kurmaya çalışır, onda olan, onunla yaratılmış bir şey değildir. Yaşam ile ilişiğini bulmaya çalışır...
Bahsedilen insan safi nefes alan insan değildir, kendine dair, diğerlerine dair, çevresine dair düşünen, düşündükçe derinleşen, yaşadıkça netleşen, belirginleştiren, yaşamayı seçen insandır...Bir seçimdir yaşamak ve zordur yaşamayı seçmek. Etkin insandır yaşayan insan. 


Hiç bir şeyin anlamı yoktur eğer insan onunla ilişki kurmuyorsa. Bu hiç bir şey; bilim, evren, çevre, sanat, insan gibi mesela. İnsandır bulutla yağmurun ilişkisini kuramlaştıran, niçin sorusunu soran, evreni keşfeden bilimle gerçek yapan. İnsandır gün batımına romantizm anlamını veren. Bir dal bir nehirde yüzdüğünde denizin bir gemiyi taşıyabileceğini hayal eden de insandır, çiçekleri aşkla ilişkilendiren de...Nesnelliğin bir önemi yoktur özne onunla ilgilenmiyorsa...Anlamlaştırmak, anlamaya çalışmak zorundadır insan. İnsan dediğimiz...


Böyle düşünüyorum çoğunluk ama kimi zaman şöyle de düşünüyorum;  "İnsan dünyaya öylece bırakılmıştır"  Heidegger'in dediği gibi...Bir bütün arama,  illa bir anlam bulmaya çalışmak boşunalıktır olsa olsa...


İnsanın kendi ile bütün arasındaki ya da hayat arasındaki bağın olması gerekliliğine dair böyle şüphelerim olsa da başka bir şeyden eminim: Başkalarının gerekliliğinden...


Bir tanıdık demişti; ilginç gelen bir bahis; " Yalnızlık denince Allah'ı düşünürüm ben hep, O' nun kendi yalnızlığını, tekliğini..."


Bu açıdan gereklidir illa ki başkaları...
İnsanın kendini bulması için, kendini bilmesi için gereklidir en başta. Ancak bir maşuk bir aşığı var edebildiği gibi, ancak bir katil bir maktulu var edebilir. Ve insan öldükten sonra bile olsa bir insanın bir insanı öldürebildiğini anlar. İnsanın insanla girdiği ilişki olmadıkça bilemez öfke karşısında neler yapabileceğini, neler yapamayacağını sevgi karşısında...İnsan insanla girdiği ilişkiler sonralarında keşfeder kendinin ne olduğunu ne olamayacağını...Zalimliğini, şefkatini, tahammülünü, nezaketini, kabalığını, nasılda dağıldığını bir insan yüzünden, nasıl da kayıtsız kaldığını paramparça olmuş bir insan karşısında...
Yaşama ve insana dair olan her ne varsa yaşayarak görülecek olmamakla beraber "var olma" biçimlerimiz olacaktır işte bunlar, "yaşama" seçimlerimizdir ...


Orhan Pamuk'un bir kitabında dediği gibi mesela;  "İnsanların yüzüne baktıkça görüyorum ki ellerine daha cinayet işleme fırsatı geçirmemiş oldukları için pek çok kişi masum zannediyor kendini." (**)


(**) Bir başka yazıdan alınmıştır.
(*) Başka bir yazıya ilişkin.