27 Mayıs 2010

İçinizde Kaç Koridor Var?

Enis Batur tarafından hazırlanmış, YKY'nin okurlarına yeni yüz yıl armağanı, ikiyüzoniki soru cümlesi içeren bu kitap dört santime üç santim boyutlarında, altı milimetre kalınlığında olup tam yüz on sayfadır...Sınırlı sayıda,bir kez 2000 yılında E.B.,2000 imzasıyla baslmıştır.

İnsanlık hala cevapların peşindedir, hala soru sormaktadır,  bilinen  ellibeş yüzyıllık tarihi boyunca hala en önemli soruları sormaya devam etmektedir ? Biz kimiz? Neyiz? Nereden geldik bu gezegene? Bulunan cevaplar yeterli olmamakta ya da cevaba yeni sorular eklemektedir. Hala herkes aynı anda aynı cevaba bakamamaktadır.Belki de sorun cevapta veya soruda değil, görenin farklılığındadır...

Belki E.Batur 'un soruları en kolay olanlarıdır ;
Rastgele açıyorum sayfaları :
Hayat, olduğu gibi mumyalanabilir mi-gelecekte ? s.8
Bütün sigara külleri nereye gidiyor olabilir ? s.9
Kurban olduğunuz durumlarda katlanıyor musunuz ? s.64 
Kendiniz için ne denli sorusunuz,  ne denli yanıt ? s.64
Gök bembeyaz, su kırmızı, yapraklar mavi mi olsaydı ? s.96 
Yener mi sizi teninizin yangını ? s.96 
Herkesten hala sakladığınız ne ? s.92
Maske dolabınız büyük müdür ? s.32
İyi gelirmisiniz - sık sık ? s.33
İmzasız mektup dürtüsü içinizde ne kadar ? s.67 
En fazla kim istemediydi sizi ? s.67
Ertelediklerim, öylece beklerler mi? s.24
Kiralık gelinlik: Kaç vücudun düğünü ? s.24
Cehennem aklımızın neresi ? s.25
En doğrusu ne kadar doğru olabilir ki ? s.103
İğne deliğinden bakmaya vakit ayırdınız mı ? s.16
Can kulağı ile dinleme oranınız ne ? s.16 
Hangi sınırdan başlayarak suç işlemeye yatkınsınız ? s.22
Bekleme eşiklerinizi bilirmisiniz ? s.22
Olmasaydınız ne değişirdi ? s.22
Yüzdeyüz kaybolmak ister miydiniz ? s.40
Kimin mumyası odanızda dursun ? s.40
Tek bir yeni kelime yarattınız mı? s.58 
En son soruyu siz soracak olsaydınız : ötekine mi, kendinize mi ? s.110 
Bu sorular çıktı rastgele; cevaplar ne kadar kolay,  kişi bilir ama yanlış doğruyu götürüyor...
(Son  soru için son sayfaya direkt bakılmıştır.)

21 Mayıs 2010

18 Mayıs 2010

Çılgın Bilimci Paradoksu

Stephen Hawking'den alıntı ;
Çılgın Bilimci Paradoksu...
"...Bu arada zaman yolcusu misafirlerim gelmek üzere olmalı. Beş, dört, üç, iki, bir. Fakat ben bunu söylerken, kimse gelmiyor. Ne utanç verici. En azından gelecekteki bir Kainat Güzeli’nin kapıdan gireceğini umuyordum. Peki deney neden işe yaramadı? Sebeplerden biri, geçmişe zaman yolculuğuyle ilgili iyi bilinen bir sorun, paradokslar dediğimiz sorun olabilir.

Paradokslar üzerine düşünmek eğlencelidir. En ünlüsü genellikle Büyükbaba paradoksu diye anılanıdır. Şimdi elimde yeni, daha basit bir versiyon var ve ona Çılgın Bilimci paradoksu diyorum. Filmlerde bilimcilerin sık sık çılgın insanlar gibi gösterilmesini sevmiyorum, fakat bu örnekte doğru. Bu çatlak bir paradoks yaratmakta kararlı, hayatına mal olsa bile. Bir şekilde bir solucan deliği inşa ettiğini düşünün, sadece bir dakika geçmişe uzanan bir zaman tüneli. Solucan deliğinden bakarak bilimci bir dakika önceki kendisini görebilir. Peki bilimci solucan deliğini daha önceki kendini vurmak için kullanırsa ne olur? Şimdi ölüdür. Peki tetiğe kim bastı? İşte size paradoks. Akla hiç yakın gelmiyor. Kozmologlara kâbuslar gördüren türden bir durum bu.

Bu tür bir zaman makinesi, bütün kainata hâkim olan temel bir kuralı ihlal edecektir - yani nedenlerin sonuçlardan önce gerçekleştiği ve bunun aksinin mümkün olmadığı kuralını. Ben şeylerin kendisini imkânsız kılamayacağına inanırım. Eğer kılabilselerdi, bütün kainatı kaosa sürüklenmekten hiçbir şey alıkoyamazdı. Bu yüzden bence daima paradoksu engelleyen bir şey oluyor. Bir şekilde, bilincimizin kendisini, niye asla kendi kendini vurabildiği bir durumda bulmayacağının bir nedeni olmalı. Ve bu durumda şunu üzülerek söylemeliyim ki, sorun solucan deliğinin kendisi...Solucan delikleri aracılığıyla ya da herhangi başka bir biçimde geçmişe yolculuk muhtemelen imkânsız, zira imkân dahilinde olması paradokslara yol açacaktır. Ne yazık ki, geçmişe yolculuk hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Dinozor avcıları için ne büyük hayal kırıklığı ve tarihçiler için ne büyük rahatlama..." Radikal gazetesi 09/05/2010.

Bilimsel düşünce açısından "nedensellik" insana, nesnel dünyanın bilinebilir ve olanaklar çerçevesinde değiştirilebilir olduğunu gösteriyor öyleyse...Herhangi bir olayda neden – sonuç ilişkisi biliniyorsa, nedenin değiştirilmesiyle sonuç da değişecektir (mi ?) Bilimsel gelişmelerin temelinde yatan en önemli öncüllerden biri bu bakış açısı olsa gerek.Hatta şu da söylenemez mi ? ; belli nedenler belirli sonuçları yaratır , aynı nedenler aynı koşullarda aynı sonuçları da yaratabilir...Sormam mümkün olmasa da ama -şimdi var olan herşey bir zamanlar hayallerimizdi- diyerek ve acaba? bir çok hayali başlatan sorudur diyerek sorabilsem Sevgili Sn.Hawking'e diyorum ; Nedenleri değiştirerek sonuçların değişip değişmediğini görmek için denemek gerekiyor. Denemek için şeyler için oluşmuş aynı nedenleri oluşturmak ve olaylardan birinin nedenini değiştirmek gerekiyor  değil mi ? "Aynı" nedenler bulunabilir mi ? Eğer zaman boyutunun varlığını kabul ediyorsak diğer üç neden aynı olsa bile aynı şey aynı zamanda , anda olabilir mi ? Zaman boyutu hep farklı olmayacak mı? Salisenin kaçta kaçı olsa bile aynı an olabilir mi ?

Dünyaya gerekirciliğin bakış açısıyla bakmak bilimsel düşünce açısından kabul edilebilir ve faydalı görünse de felsefi açıdan yetersiz kalıyor bende artık...Her şeyin bir nedeni olması ya da her şeyin bir nedene bağlanarak açıklanabilir olması yaşamdaki çaresizliğimi hatırlatıyor olması nedeni ile beni üzüyor, kabul edilmemeli kılıyor kendini bunu nedenlede...Ben "Minority Report " filmindeki son söze inanmak istiyorum ; "seçebilirsin..."

09 Mayıs 2010

Yol Soruları 1 ...

..."Gitmek", "Yolda olmak"... Kentler geçmek, kasabaları, köyleri geçmek, dağlar geçmek...Ahh o dağlar...dağların arasında gitmeli insan nereye gidecekse, yeşil, en yeşil dorukları görmeli, birbirinin ardından yükselen, alçalan, birbirini öteleyen, kıskanan, kıskandıran, yer vermeyen, zirvesinden geçilemeyen, masallarını saklayan, anka kuşlarını besleyen, insanın bilmediği kuytuları olan, peri kızlarının oynaştığı, yaşam pınarlarının aktığı dağlardan gitmeli insan nereye gidecekse...
Dağlardan gitmeli ve denizlere varmalı...yeşilden sonra görmeli maviyi...Doruk ormanlarının yeşilinden sonra, koyu derin mavileri görmeli...

İnsan niye en çok dağları özler ? İnsan niye, denize bakınca sonunu, dağlara bakınca içini görmeye çalışır ?

Dağlarda doğmamış olmak...Güneşle gözünü kapatıp, güneşle açmamak, yeşil, kırmızı, sarı çayırlarda doğmamış olmak ne büyük bir talihsizlik olurdu...Çimenleri yeşil sanmak ne büyük bir yanılgıdır. İçinde gelincikleri, papatyaları, aslan ağızlarını, sümbülleri, nergizleri ve en çok beyaz zambakları olan çayırlar yeşil değildirler...En çok sarıdır, kırmızıdır, mavidir...Sabahları gözün gördüğü ilk şeyin çayırlar olması, aslan ağızları olması, uzun otlar olması, kuruyan balyalar olması ve Beyaz Rüzgar...Kır aygırın gözleri birde...Ahh elinizi de şekerle birlikte yiyecek sandığınız ama hiç yemediği...Hiç şekerle eli karıştırabilir mi bir at ! Şekeri bitirince daha bir sokulan, başını kolunuza, omzunuza dayayan, öbür elinize bakan, daha daha diye kocaman gözlerini gözlerinize diken beyaz rüzgar...Bir atın ipini boynundan alınca koştuğu hızı görmemiş olmak ne büyük bir talihsizlik olurdu...Bir mandanın doğurma anını, yavrusunun süt emmesini seyretmemiş olmak, bir at sürüsünün ortasında kalmamak, sizi gördüklerinde direkt göğsünüzü hedefleyen bir kangalın başını okşamamış olmak, yüz adetlik bir koyun sürüsünü üç havlamayla ağıla sokabilen bir kangalı tek çığlıkla yanınızda olmasını sağlamamış olmak, bir kuzunun annesinin peşinden gitme telaşını...ve bir adam, ela gözlü, iri, beyaz saçlı, güneş tenli bir adam, Beyaz Rüzgar ve siz...uçmamış olmak böyle  doruk dağlarından aşağı ne büyük bir talihsizlik olurdu...

Ölüler nereye gider ? Nerde bulunurlar sonra ? Bulunurlar mı?
Ölüler nerede yaşar ?

"Yolda" hız savaşlarını anlamak zor! Arkanıza yapışan, yolumdan çekil diyen savaşçıları.
Herkes ne kadar emin seçtiği yoldan ! 
Yaşam "gitmektir", "varmak" değil ki...Yaşamanın kendisi doğal bir çürüme değil mi zaten ? Her an ve her an çürümüyor muyuz ? Nereye bu varış ?

İnsan bir kentte geçici olduğunu bilirse, herşey geçici oluyor, valizler tam açılmıyor, ihtiyaçlar üstten üstten alınıyor, en aciller en önce yapılıyor, konuşulacaklar hemen konuşuluyor, görülecekler bir an önce görülülüyor, zamanının ucunu görüyorsa insan herşeyi "şimdi" yaşamak istiyor...

Yaşamak neden böyle olmuyor ? Yaşamak neden herşey sabitmiş, sonsuz bir anmış gibi, hep sonra sonra sonra...Üstelik bilmediğimiz, ama geçici kentlerde bildiğimizden daha yakınsa zamanın ucu ? Neden ?
...