31 Aralık 2010

Hala...

"Oysa insanın kendinden bile sıkılabileceğini bilmiyordum henüz."  


İki Yeşil Su Samuru -Ç. 10/07/1996


Yeni yılın kutlu olsun Aze...

Yedinci Lanet

Uğruna öldürdüğüm gözlerimin
Elinden olsun ölümün
Sonsuzluğun lanetine uğra
Öldükten sonra bile kapanmasın gözlerin
Umutsuzluğun karanlık çukurunda
Ölümün karanlığıyla gör dünyayı
En kanlı vahşetten
En ince zulme varana dek
Şahidi olmadığın hiçbir eza kalmasın
Irağındaki felaketler bile
Ayan olsun gözlerinin önünde
Hayallerinse göremediklerinin kahini olsun.
Unutma hiçbir şeyi
Her şeyi şimdi gibi hatırla
Hafızanın kudreti bedbahtlığın olsun
Geleceği gör, felaketi sez
Gözlerindeki kehanet mutsuzluğun olsun
Çıplak yara gibi kal
Hiçbir acıya alışma
Hiçbir zulmu kanıksama
Her şeyi tekrar ve tekrar gör yeniden
Görmek cehennemin olsun...



M.Mungan "Geyikler ve Lanetler" 


Yeni yılın kutlu olsun Aze...

30 Aralık 2010

Körlük...

Tüm duyuların kör olması...
Görmek, işitmek, koklamak ve tatmak'tan bahsettik.Hepsinin algıyla ilgili olduğundan, eski kayıtların yanına diğerlerini koymaya çalışan, aynısından bulamadığında benzeridir diyen, son algının mutlaka ilk algı ile kendini iliştirmeye çalıştığından bahsettik.Görmenin bakmak olmadığından, işitmenin duymak olmadığından bir duyumuzun yok olduğunda diğerlerinin onun yerine geçerek algıları tamamlamaya çalıştığından bahsetmeye çalıştık...Merak edilen; bir duyunuz duyarsızlaştığında, işlevi gereği gördüklerinin, hiçbirine veya çoğunluğuna bakmamaya başladığında yada  alıştığında diğerleri de duyarsızlaşıyor mu yoksa diğer organ daha mı çok duyarlı olmaya başlıyor.Değil. Eğer var olan duyunuz-hiç olmadığından çok farklı olarak- artık işlevini gereğince yerine getirmemeye başladığında, beyin  o organdan gelen algıları almak istemediğinde-kayıtlanmak istenen yere kayıtlanmama isteği sürekli duyulduğunda ve bu beyne iletildiğinde-bunu bilinçli veya biliçsiz yaptığında bence diğer duyular da benzer şekilde körleşmeye başlıyor...Savunma stratejisi istenmeyen algıdan kaynaklı duyulan acının organizma tarafından algılanmaması için gerektiğinde diğer  duyu organlarını da körleştirir...Baştan bu şekilde ifade edilmemiş gibi görünse de burada asl olan duyu organının varlığı değil, organizmanın onu algılayıp, isteyip istemediğidir fark yaratan...
Eğer siz her gün çığlık duyuyorsanız ve bu çığlıklar ile ilgili artık hiçbir kayıtlama yapmak istemiyorsanız artık çığlığı duymazsınız çığluğa neden olan görüntüleri de daha az bakarsınız ve daha az görürsünüz gibi diğer duyu organları da körleşmeye başlar. Böylelikle bence "körlük" te duyu organlarımızdan biri haline gelmeye başlamıştır.Körlük beyne " algısızlık " algısını göndermeye başlar.
Yanlış bir tanımlamadır, yoktur böyle bir şey , nereden biliyorsunuz demeye hiç gerek yok, körlük insanlığın varlığına ,  Nietzsche'nin de bahsettiği  "bengi dönüş"e katkı yapmakta bence...Bu anlamda belki var olmalıdır...Yoksa öyle şeylere bakıyor ki insanlık görerek yaşaması mümkün değil.Öyle şeyler işitebiliyor ki körlük duyusu ile ancak "duymamazlıktan" gelebilir.
Bazı insanlar körlük duyusunu benimseyebilir, diğerlerinin yanında yaşatabilir bazıları uzun süre kabullenmeyebilir sonra "normale" döner, bazıları hiç kabullenmeyebilir ki bu tür insanları toplum içinde göremeyiz onlar "dışarıdadır"  bazıları ise körlüğü başlatan duyu ile savaşına devam eder...Onu iyileştirdiğinde diğerlerinin de iyileşebileceğini düşünür ama algıyı değiştirmek yerleştirmekten çok daha zordur belki de mümkün değildir.Algı körlüğü duyularımız içinde önemlidir bence ama sonuncusu değildir...Dokunmak bir duyu organıdır...

09 Aralık 2010

Tatmak...

Tatmak da diğer duyular gibi beynin alıcısı konumunda bir araç. Aldıklarını beyne iletiyor.Tabi ki tüm duyu organlarımızın işlevi insan vücuduna dışarıdan gelen etkilerin beyne iletilmesi elbet.Temel yaşamsal ihtiyaçlarımızdan doymak ile de direkt bağıntılı.Tat almak dediğimizde aklımıza daha çok güzel ile istenmeyen tadı ayırt etmek gelse de  ; alında yaşımızın, ruhsal durumumuzun ve  zaman zaman farklı nedenlerle organizmanın ihtiyaç duyması ile bazı gıdaların algılanmasıdır asıl işlevi. Örneğin ; emzirme döneminde kadınların sulu gıdalara ihtiyaç duyması, ergenlik dönemlerinde enerji ihtiyacını destekleyen besinlere daha fazla ihtiyaç duyulması, kalsiyum, tuz, protein ihtiyacı gibi durumlarda gıdalar dil yardımıyla algılanmış olur. Bu durumda baz gıdaları yemememizin nedeni de organizmanın kendisine zarar verecek gıdaları algılıyor olmasından ve reddediyor olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun yanından insanın kültürel gelişimlerinden ve coğrafi faktörler gibi nedenlerle de gıda algıları ve seçimleri vardır elbet. En basiti ile; karadenizlilerin turşuyu pişirerek yemeleri, soğuk ve yağmurlu iklimlerinde insanların ihtiyacı olurken aynı turşuyu akdenizlilerin aynı yöntemle yemeleri beklenemezdi.Onlar soğuk yerler hele kahvaltıda asla yemezler...Burada kafamı karıştıran şeylerden biri ; neden sigara gibi maddelere karşı beyin şiddetli bir reddedişte değil.Beynin aldığı haz duygusu uyaranı  ile organizmanın kendisine zarar verilebileceği uyaranı arasındaki savaşı "haz" mı kazanıyor o zaman ? Öyleyse organizmanın sağlıklı hareketinden çok beynin haz uyaranı daha önemli kalıyor. Bu açıdan bakıldığında şu doğrulanıyor ki ; organizmanın bazı durumlarda infilak etmesi gerekirken, beynin devam ettirdiği umut, inanç ya da çeşitli adrenalin duyguları  gibi haz ya da acı gibi nedenlerle organizma ayakta kalabiliyor, sanırım sigaranın da nedeni bu...
Genel olarak dört ana tat algımız vardır : tatlı, acı, ekşi, tuzlu. Acı tat daha geç algılanır, dilin gerisindedir ama çok güçlüdür bu da zehirli bitkilerin algılanmasını kolaylaştırıyor. Güçleri oranında ; tıpkı  görmek işitmek gibi tat duygusunun da algısı çok hızlıdır, tıpkı diğer duyu organlarımızda olduğu gibi tat cisimciği tat sinirleri aracılığı ile beyinde o tadın karşılığını bulur.Eğer karşılığı yok ise, elma yediğimizde daha önce hiç elma yememişsek, neye benzetirsek onun tadı gibi deriz ve onun yanına koyarız yeni tadı.
Duyu organlarımıza baktığımızda  "gerçeklik" kavramının ne kadar "bizimle" ilgili olduğunu görebiliyoruz.
Tat alma diğer duyu organlarına göre koklamak ile çok daha yakın ilişkidedir.Özellikle soğuk algınlığı dönemlerinde "ağzımızın tadı yok" sadece nefes yollarımızın tıkalı olmasından kaynaklı gıdaların kokusunu yeterince alamadığımızdan dolayısıyla da tatlarını tam olarak algılayamamamızdan kaynaklanmaktadır. Her şey beyinde başlayıp beyinde bitiyor, duyu organlarımızda sadece aracıları aslında.Tadını çok beğenmemiz dilimizden kaynaklanmıyor, beyinde eşleştirdiğimiz etki ile bağıntılı. Kendimizi kimi zaman güzel kimi zaman çirkin görmemiz görmemizle hiç ilgisi yok beynimizdeki yerimiz ile ilişkili. İşittiğimiz çığlığın sevinçten veya acıdan olup olmaması ayırt etmemizdeki hızımızdan değil beyinde ona karşılık verdiğimiz öncelik algısından kaynaklanıyor, başka bir deyişle hızımız önceliğimiz oluyor...

04 Aralık 2010

Rüya...

Rüya mı gerçek, gerçek dediğimiz gerçeklik mi gerçek sorusunun sanat dallarında özellikle de sinemada neden bu kadar çok sorgulandığını dün gece bir kez daha anladım; Dün gece öyle mutlu oldum ki rüyamda, uzun zamandır kendimi bu kadar huzurlu ve mutlu hissettiğimi hatırlamıyorum neredeyse..."Birini" aradım konuştum, konuştum, konuştum...Dinledi, dinledi, dinledi...Çok az şey söyledi, üzülmelerime çok üzüldü, yorum yapmadı ama dinledi.Ben suskunluğundan mutlu oldum...Kapattığımda telefonu öyle iyi  hissediyordum ki...Uyandığımda "rüyaymış" demek istemedim...Bu yüzden hala neden bulunduğum mekan "gerçeklik" olsun ki demekten alamıyorum kendimi ?...
Sonra bir gece, evden sokağın başına gitmek o kadar uzun o kadar uzun sürdü ki rüyamda, gitmedim, yoldan geri döndüm, sonra yine gitmem gerekti zor olduğunu bildiğimden gidemem dedim, gidemiyorum dedim...Çok şiddetli bir rüzgara karşı yürümek gibiydi, kumlu bir deniz üzerinde, su diz seviyesinde, dalgalara karşı yürümek gibiydi, hep önündeki ipi ite ite yürümek gibiydi...Uyandığımda "rüyaymış" demek güzeldi...
Gerçeklik dediğimiz zamanda bazı mekanlardan, olaylardan, anlardan bir anda uyanmayı istemiş olmayı düşüneceğim anları düşününce ne kadar çok geliyor aklıma ! En zorlandığımız anda birden dönsek rüyamıza, dün gece kaldığımız yerden değil de, en son mutlu olduğumuz yerden devam etsek mesela...Yok öyle bir şey sanırım ! Bence birinden birini seçiyor insanlar ve hangisini seçiyorsa o tarafın mutlulukları ve mutsuzlukları ile yada daha genel , net ifade ile zıtlıkları ile yaşamak zorunda kalıyor...Birini seçmek zorundayız yani !...Buna benzer laflar ve olabilirlikler, sorgulamalar ve güzel tanımlamalar  "Inception"  filminde de vardı, ama filmi anlamadığımdan, ikinci defa izlemeyi beklediğimden henüz bir şey söyleyemiyorum hakkında.Bu gerçeklik ve rüya tercihi  "Barda" filminden bir sözü hatırlatıyor bana şimdi :"Bizim bulunduğumuz yerde olan her şey, bizim yüzümüzdendir! Anladınız mı lan?"...

30 Kasım 2010

İşitmek...

Amelia Rodrigues "Alfama" ... Lizbon'un Alfama sokaklarında doğmuş bu kadının bu olağanüstü sesini duymak, duyabildiğini algılamak olmalı !.. Amelia Rodrigues " Solidao"... ; Bu şarkıda anlatılan "yalnızlığı" yaşamak olmalı....Böyle bir sesi duyabilmek,  duyularının varlığından haberdar olmak olmalı ; bir derisinin olduğunun, görebildiğinin, yaşadığının ya da gündelik zamanın,  hayatta kalmanın yaşamak ol(a)madığının, evren karşısında insanın ne denli zavallı olduğunun, yaşamanın ne "denli" olduğunun farkına varmak olmalı bu ses ve bunun gibi sesler...Amalia Rodrigues "Abandono"...


Uyandığımızda çığlık çığlığa seslenmek, rüyalarımızda bağırmak isterken bağıramamamızın yerine geçmiyor hiçbir zaman...Kabuslarlardan biliriz seslenmenin ne muhteşem bir "yenilmeme" olduğunu...Seste görmek gibi birleştiği algılarla, kayıtlarla kayıtlanır, birleştiği duygularla yaşatılır, onlarla beraber kayıtlanır. Çocuk sesi genelde güzeldir ama yine de bazıları için istenmeyen anılarla örtüştüğü için kulaklar tıkanır, tüm diğer duyularda olduğu gibi seste de ses duyanın güzelliğidir...Seste diğer her şey gibi gördüğümüz, algıladığımız gibi değildir, "bizim" gibidir...Bizim duyduğumuz gibi;  azdır, çoktur, acıdır, yalındır, kırıktır, belki güzeldir ya da boğuktur...Duyabilmemiz konuşabilmemiz demektir, kendi sesimizi duyabilmemiz nasıl konuşacağımızı bilebilmemiz demektir...Söylenilenleri okusaydık duyduğumuzla aynı serilikte karşımızdakin yüzünde mesela, bizimde konuştuklarımız aynen yüzümüzde okunabilseydi ağzımızın olduğu yerde mesela; duymak neyi daha farklı yapıyor ki ? Sesimizdeki "istek", sesimizdeki "kırıklık", "sönüklük", "cevapsızlık" kelimelerle birleşmesi, kelimenin anlamından çok sese takılıp kalıyoruz..."Evet" dedin ama istemeden dedin ! Daha 
saçma bir tanım olabilir miydi, bilmeseydik gerçekten de öyle bir sesle öyle bir evet  denilebilir ki kesinlikle evet değildir...


Ve sessizlik nasıl bir cezadır, nasıl bir anlatıştır ses bekleyene...Hiç seslenmemek nasıl bir yok saymaktır!...
Doğal ses kaynaklarımız vardır ; insanlar, hayvanlar, şelale, rüzgar.Yapay ses kaynaklarımız vardır ; taşıtlar, müzik, çeşitli aletler. Sesin kaynağından işitilebilmesi titreşim ile olur, ses titreşerek, maddenin taneciklerini birleştirerek dalgalar halinde yayılır ve biz insanlar tarafından da aynı yöntemle duyulmuş olur, titreşimler de kulak mekanizmamızca algılanarak... Boşlukta titreşimden gelen dalgaların hiç bir anlamı yoktur, bildiğimiz kadarı ile ses ancak dalgalar halinde yayılabiliyor.Katıdan,sıvıya ve gaza doğru azalan bir etki ile yayılır...
Gırtlağımızda titreşen ses tellerinin titreşimlerini yayabilmeleri yada başka bir deyişle tireşebilmeleri için havaya ihtiyaçları vardır, o da ciğerlerimizde vardır , yani ciğerlerimizdeki havanın kırıklığıdır sesimizdeki kırıklık...
Bir çok açıdan bir çok şey söylenebilir...Şimdilik bu kadar...

15 Kasım 2010

Hayat ne kadar kısadır ?

Mahsun Kırmızıgül'ün yeni filmini izledim. Bir çok açıdan beğenmedim."Newyork'ta Beş Minare"  zaman zaman sıkıcı olabilen bir aksiyon filmi bence...Hepsinden önce neden ingilizce konuşulan yerlerde türkçe seslendirme vardı, anlayamadım...Türkçe konuşulurken Fırat karakterinin anlamamazlıkla bakması çok eğreti durmuştu bence...Yeşilçam filmleri gibi bir çok boşluğı seyircinin doldurması beklenmişti bana göre...Sadece tek bir  şey için hakkında yazmak istedim;  Daha önce duymadığım, duymadığıma şaştığım  çok net bir tanım duydum filmde, bunun için tebrik etmek isterim Kırmızıgül'ü ; 
Hacı Gümüş Marcus'u yolcu ederken havaalanında diyor ki : "Ezanla geldin ezanla gidiyorsun Marcus". Marcus cevap veriyor : 

"İnsan doğduğunda kulağına ezan okunur. Öldüğünde ise namaz kılınır. Doğduğunda namazı kılınmaz öldüğünde ise ezanı okunmaz. Çünkü insanın doğduğunda kulağına okunan ezan öldüğünde kılınacak namazı içindir, işte hayat bu kadar kısadır dostum."

14 Kasım 2010

Görmek....

göz bebeği."uludağsözlük-galeri"
Koku ile başlamıştık duyulara ama "Koku" tam da anlatılamadı istediğim gibi aslında. "Ses" var biraz yazılan ama bekliyor daha tam değil... Duyulardan görmek; en zor yazılacak olanı...
Çok şey var bir çırpıda söylenebilen; "Bakmak görmek değildir", "Satır aralarını görmelisin", "Bakış açına göre değişir","Senin gördüğün gibi değil oradan herşey","Gözünle değil yüreğinle bakmalısın", "O senin güzel görüşün".. .gibi yüzlerce görmek ya da bakmak...
Tüm duyular dönüp dolaşıp aynı noktaya dayanıyor; Algı. Bilinç. En çok da görmek böyle. Bütün algılarımız beş duyularımız ile çalışıyor, kayıtlanıyor ve bence bu yüzden biri olmayınca diğeri onun yerine geçmeye, çoğalmaya, tamamlamaya başlıyor kayıtlamaları yapabilmek için... Her bir algımız ise beynimizde bir bağ yaratıyor. Okuduğum bir çok psikoloji kitaplarından hatırladığım; beynimiz her şeyi kayıtlar ve gruplara ayırır, yüz milyar nöron beynimizde bu kayıtlamalar için sürekli çalışır, gruplara ayırır, biliçdışına iter, gerektiğinde çağırır... Bu yüzden bir şeye, birine, bir duruma, bir yere ait algılarımız (bizim ön-yargı dediğimiz) çok kolay kolay değişmez... Üzerine yeni bilgiler yazılması, işlenmesi, eskilerinin silinmesi yer değiştirmesi gerekir çünkü... Hele hele bir kişiye ait algılarımızı ilk dört saniye de ediniriz ve sonraları ilk önce hep o algı üzerinden düşünürüz...

Zihnimiz sembollerle düşünüyor, demek ki görmek ve onu beynimize atmamız aynı zamanda düşünmek ! Dinlediklerimizi, dokunduklarımızı, gördüklerimizi sembollere çeviriyoruz ve beynimize yazıyoruz... Ve en kötüsü ya da en güzeli, zihnimiz gerçek ile sanalı ayırt etmiyor... Her gördüğümüzü, her hissederek, duyarak, tadarak, koklayarak görüntüye çevirdiklerimizi, rüyalarımızı, kabuslarımızı, hayal ettiklerimizi, baktıklarımızı zihnimiz "tek"algı ile kayıtlıyor... Hepsi aynı,  gerçek yada değil, onlar sadece "kayıt"... Gerektiğinde kullanılacak, biliçdışında saklanılacak olan... Olumsuzu ayırmıyor, ayırt etmiyor, insan için iyi yada kötü olup olmadığını düşünmüyor sadece kayıtlıyor... Ne görürsek onu algılarla kayıtlara dönüştürüyor. Bu neden bu kadar önemli; duyularımızla oluşan bu algılarla karar verir, mantığımızla doğrularız. Sonuç; mantıklı karar olur! Bu yüzden bazı kararları çoktan almışızdır, alırız ama mantıklı doğrulamalara yaratamadığımız için döner dururuz etrafında sonuçta olacak olan olur, gerekçe bulunduğunda karar uygulanır... İşte önümüzdeki gerçeği yada yalanı "göremememizin" nedeni onu görmediğimiz değil, beynimize kayıtladığımız o algının henüz adını koyamadığımızdan, mantıklı gerekçe bulamadığımızdandır...

" Gözümüzün görevi bir cisimden yansıyan ışık demetlerini tek bir noktada odaklamak ve bunların gözün arka iç yüzeyinde bulunan sinir hücrelerini uyarmasını sağlamaktır. Uyarılan sinir hücrelerinde oluşan elektriksel akım görme siniri yoluyla beyne ulaştırılır. Örneğin, gözünüz şu anda bakmakta olduğunuz monitörün görüntüsünü gözünüzün arka kısmında, yaklaşık 0,5 mm çapındaki bir alanda odaklamaktadır. Bu milimetrik alanda, aralıksız dizilmiş, mikroskopla dahi görülemeyecek kadar küçük, ışığa karşı çok hassas, on binlerce sinir hücresi bulunur. Bu sinir hücrelerine fotoreseptör denir. Kornea, gözün en ön kısmında yer alan, yuvarlak, şeffaf, yaklaşık 0,5 mm kalınlığındaki dışbükey tabakadır. Korneanın arkasında, görevi gözün içine girecek ışık miktarını ayarlamak olan, iris bulunur. Bu, aynı zamanda gözlere rengini veren dokudur. İrisin arkasında yaklaşık 5 mm kalınlığındaki lens (göz merceği) bulunur. Kornea ve lensten geçen ışınlar gözün arka kısmında, görme sinirlerinin bulunduğu retina tabakası üzerinde odaklanırlar. Işık demetleri foton olarak adlandırılan parçacıklardan oluşur. Bu parçacıklar boşlukta denizdeki dalgalar gibi salınım hareketi yaparak ilerlerler.  Fotonlar retinada bulunan ışık algılayıcı hücrelere çarptıklarında bu hücrelerde birtakım kimyasal reaksiyonları başlatır ve bu reaksiyonlar sonucunda elektriksel sinir iletisi oluşur. Bu ileti elektrik kablolarından geçen akım gibi, görme siniri (optik sinir) yoluyla beyne iletilir. Şüphesiz bu reaksiyonun ürettiği elektriksel akım evimizde kullandığımız elektrik akımından yüz binlerce kat daha zayıftır. Her iki gözden de birer görme siniri (optik sinir) çıkar. İki gözde oluşan sinir iletileri, sağ ve sol optik sinirlerin içinden beyindeki görme korteksine kadar ulaşan bir yol izlerler. Görme korteksi beynimizin en arka bölgesindedir. Buraya ulaşıncaya dek, fotoreseptör hücrelerinde oluşan sinyaller uzun ve karmaşık bir yol izlerler. Bu yol boyunca sinir lifleri arasında çeşitli çaprazlaşmalar, bölünmeler ve gruplanmalar oluşur. Son nokta olan görme korteksinde, cisme farklı açılardan bakan sağ ve sol gözlerden gelen farklı sinir iletileri birleştirilir, yorumlanır ve bakılan cismin üç boyutlu, yani derinlikli görüntüsü oluşturulur. " (www.gozDr.com)  

Dolayısıyla, görme gözde değil beyinde gerçekleşir. Gözümüzle değil beynimizle görürüz... Göz sadece görüntüleri taşıyan araçtır. Beynimizle görürken ise hep geriye bakarız, algılarımıza, kayıtlarımıza, gruplamalara bakarız... İlk defa gördüğümüz nesneler için mecburen "gibi" ön tanımlamasını kullanırız  çünkü başka türlü kayıtlayamayız. Bu yüzden bazıları için gece "karanlıktır" bazıları için "siyah". Bazıları için yağmur "ıslaktır" bazıları için "sudur"... Bu yüzden yüreğimizle veya aklımızla değil  "anılarımızla" görürüz...

03 Kasım 2010

Filmlerden alıntılar...

"Sadece tek bir cümle.Ondan sonrasını ben tamamlarım."


"Uygun başlangıca uygun kelimeler bulmak.Yazarlık budur."
"Benzetmelerin güzelliği, okuyucuda duyguları genişletir."
(Throw Momma From The Train)
"Önemli olan nasıl bir hayat yaşayacağım değil.O hayatın benim olması."
 (The Firm)
"Elini tuttum sıcacıktı, yüreği elindeymiş gibi." 
(Selvi Boylum Al Yazmalım)
"Geçmiş, bazen hatırlamak istediğin gibidir." (Mustafa Hakkında Herşey)
"İnsan yaşamının mantık ile yönetildiğini kabul edersek, hayatın olasılığı kaybolur."
 (Into The Wild)
"Hayaletlere inanmam, ama onlar bana inanıyorlar."(Gothika)
"Yorum yapmak sadece olayları dışarıdan izleyenlerin lüksüdür."
(A Beautiful Mind)


"Kurduğumuz tüm hayallere rağmen, değişmeyen dünyanın şerefine" (Ulyssse ' Gaze)
http://fizy.com/#s/10dhml  (Eleni Karaindrou -Ulysses'Gaze film müziği.)

25 Ekim 2010

Tutukluk...

Çok fazla giysim var, çıkaramıyorum...
Yazamıyorum...
Kimse yokmuş gibi dans edemiyorum.Çok gürültü var müziği duyamıyorum...

Küçük İskender güzel yazardı  ;

"İnsanın başkalarına değil, kendine yetmeli gücü."
"Kendinden nefret edip ayna parçalamak kolay. Sorun; sonrasında ortaya saçılan binlerce "sen"i kim temizleyecek"
"Yarı yolda bırakmışım.Nankör olma yarı yola kadar getiren benim..."

hala güzel yazıyor...

"Senden Hala Haber Yok"

Bir nesnenin neresinde akşam olur
Sivri bacaklı delikanlılar gülüşerek bara inerler
Yazın bittiği rivayet edilir kasabada
Yani artık tamamen bitmiştir yaz
Tüketilmiştir ya da yok sayılmıştır
Çığlık çığlığa koşarak bir iki at yürür denize
Rakının yayları kopar bir iki adam ağlar
Bir iki kadın güzel kokular içinde geçer uzaydan
Senden hâlâ haber yoktur
Bir nesnenin neresinde akşam olur.

Sessizlik ne berbat bir yolculuktur.
Yağmur, kopan bir inci kolye gibi yağar
Sivri bıçaklı delikanlılar dövüşerek bardan çıkarlar
Kışın başladığı rivayet edilir kasabada
Yani artık tamamen her şeyi kaplamıştır kış
Önemsenmiş ya da kabul görmüştür.
Çığlık çığlığa koşarak bir iki hatıra yürür akıllara
Rakının kadehi kırılır bir iki kadın ağlar
Bir iki adamın tenha cenazesi geçer uzaktan
Senden hâlâ bir haber yoktur
Sessizlik çok berbat bir yolculuktur.

İnsan üzülmeye görsün hayat hep tutuktur
Kar, ölümün üstünü bembeyaz bir örtüyle kapar
Sivri bacaklı delikanlılar birbirine dargın ayrılmışlardır buralardan
Mevsimlerin aşka göre değiştiği rivayet edilir kasabada
Yani artık tamamen sevdayı ele geçirmiştir mevsimler
Özlemek, unutulmak ile hatırlanılmak arasında bir ara istasyondur
Çığlık çığlığa koşarak bir iki teselli yürür ömürlere
Rakının tadı küflenir çürür bir iki âşık ağlar
Bir iki yalnızın ismi okunur topraktan
Senden hâlâ bir haber yoktur
İnsan üzülmeye görsün ona hayat hep suçluluktur

Küçük İskender  "Sarı Şey" kitabından...

20 Ekim 2010

Nikotin Saçmalamaları...

İçeyim gitsin, bu ne mutsuzluk canım...
Bu ne egoizm, biraz da mutsuz ol ne olur !...Tüm gün beynimin içinde çalışan binlerce insan vardı sanki, o ne karmaşaydı, her bir ağızdan ayrı cümle, ayrı koşul, şart, çözüm...Düşünemedim tabi ; akşama  doğru bunun yerini gerginlik alacak, hepsini unutacağım, dikkat sıfır, hele konsantrasyon neye, nasıl ?... O zaman yazınca içerim...Bu kadar içmedim zamana yazık değil mi şimdi ?...O zaman güzelim restorantın bahçesinde içseydin ya...Evde düzeltilmedik çekmece kalmadı.Silinmedik sehpa, serilmedik örtü, toplanmadık raf,  atılmadık kağıt...Bir zürafanın otopsisini izledim 10 dakika,sırf yerimden kalkmayayım diye...Yazık, yazık bu zamana...Aslında bırakmanın faydaları gerçekten çok fazla, bir kere hem sigara içmiyorsun hem onun yerine sürekli su içtiğin için fazla su içmiş oluyorsun iki katı sağlıklı oluyorsun..Sanırım komşu balkonda sigara içiyor! Hava soğuk benim ne işim var balkonda canım...Şimdi değilse ne zaman kurtulacağım?! Bu cümleyi severim...Ama bazı şeylerin bir zamanı vardır , bunu da bilirim , belki gelmemiştir bunun kisi...
Bu onlardan değil saçmalama lütfen, altı üstü biraz duman, kötü kötü  otlar...İstemiyorsan içmezsin kim zorlayabilir...Ya kendim kendimden istersem içmesini ? Zaten kimseye bir söz vermedim...kendime bir tek....İçeyim o zaman...Bugünden geçti, yarın kimseyi tanımam kendim dahil...Hem o da kendim bu da kendim, içerim içmem kime ne canım!...O zaman ne diye bugün içmedim!! Olsun zararın neresinden dönülse kardır ya da tersi...
Ne saçma, niye içmiyorum ki ; yok sağlıklı yaşam , derin nefes, bol oksijen, geri gelmeyen beyin hücreleri ; niye lazımsa sonra, yok Sümela'ya 65 yaşında tırmanabilmek, kendine zarar vermemek, akıllı insan yapmaz bunular, biraz düşün bla bla bla... Onu düşün bunu düşün, ben duyular ve güdülerle kalmak istiyorum...Versin verebiliyorsa yarın bir kaza geçirmeyeceğimin garantisini biri,  içmeyeceğim tamam...Ayrıca hala içmedim...İnat değil mi içmicem...En az güvendiğim sıfatım da inattır...Ada çayının üstüne de sigara içilmez ki! Acaba uyuyup uyanıp uyku ilacı alınsa, mesela 10 gün, geçen zamanla bağımlılık azalıyor ya, azalır mı ki...Yalnız günde sadece 9-10 adet sigara içen  birinin bu kadar saçmalaması da pes !...Vücut baş edebilir bununla bence, gerek yok içmemeye...İyi de, edemiyor biliyoruz...Dördüncü katta  10 dakika soluklanıyor görüyoruz...
Bu platformda bu kadar gündelik, anlık, düzensiz, özensiz yazmak, aslında hiçte istediğim bir tarz değil...Ama dedim ki kendime ; İ.Berkan bile kocaman Radikal'in kocaman köşesinde neredeyse bir hafta her gün yazdıysa sigarayla düellolarını,  benim bu kadar takılmama hiç gerek yok bu platformda dedim...İçmedim...İçmem artık....Hele güneş bir doğsun, bir görelim, bakacağız.
(...09.07.2010...)
tütün tarlası

29 Eylül 2010

Koklamak...

Ses, görmek gibi değil koku, daha başka sanki...Gördüğünü ve duyduğunu unutmamayı anlayabiliyor insan ama kokuyu unutmamak çok ilginç geliyor bana...Duyuların birbirinden farkı yok aslında ya da herşey "algı" da gizli olmalı...Duyu ile hangi algıyı birleştirdiyseniz o an neyi hissediyorsanız onunla kalıyor duyunuz ve bir daha hiç değişmiyor...Yaşanan ya da yaşatılan anların sonraki anlar için ne kadar etkili olabileceğini gösteriyor duyularla kurulan anımsama ilişkileri...

Koku ; havada gaz halinde bulunan koku moleküllerinin (kimyasal maddelerin) burun yoluyla algılanıp beyindeki merkezde duyum haline gelmesi olayıdır. İnsan burundaki 5 cm2 bir alanda bulunan 10 kadar koklama hücresi koku moleküllerini beyne taşır. (Hayvanlardaki koklama hücre sayıları daha fazladır. Örneğin; köpeklerdeki hücre sayısı 22 dir.). Koku merkezde duyum haline geldikten sonra bir takım davranış ve tepkilerin oluşmasına neden olur.Bir kokuyu ilk kez duyduğunuzdaki algınız hayatınıza anı olarak yerleşiyor, bunu biliyoruz birde hiç yaşamadığınız bir anın koku ile birlikte sizde hissettirdikleri vardır; Örneğin ; duyulan taze ot, yaprak ve yeşillik kokusu ferahlık, yaşam heyacanı ve baharı anımsatır.Güzel bir çiçek kokusu huzur, mutluluk ve rahatlık duygusu verebilir.Hiç deneyimlemediğimiz halde çiçek kokusu neden ferahlık ve mutluluk verir bize? Yüzyıllardır ırkımız böyle hissettiği için mi? Böyle öğretildiği için mi?

Parfüm ; latince kökenli bir kelime olup (dumandan çıkan) per-fumüm kökünden gelmektedir.Bu kelimede  kokunun insan hayatına tütsü ile girdiğinin göstergesidir.Daha sonraları ise kokulu bitkilerden ve çiçeklerden elde edilen kokulu yağlar tütsü ile birlikte dini törenlerde tanrıları memnun etmek için kullanılmaya başlanmıştır.Eski Mısırlılar ölülerini güzel kokulu yağlar ile yıkayıp ayrıca mezarıda kokulu yağlar ile yaşamın ötesine taşımak istemişlerdir.Milattan önce Eski Mısır ve Çin koku üreticileri Avrupa saraylarında krallar ve kraliçelerde kokunun tüketicileriydi...

İnsanları peşinden sürükler koku, görmezden gelinir kokusu yüzünden insanlar, geçmiş gelir gözümüzün önüne, iyi hissedilir ya da unutulmaya çalışılır kokusu zamanın...

27 Eylül 2010

Zaman...Ölüm...

Adi bir orospu gibi zaman... Herkesi herkesle aldatan bir sadakatsiz... Ensenize silahın kabzasını indiren bir kalleş gibi... Arkadan vuran, gözünüze bakmaktan korkan, geçip giden eski bir tanıdık gibi... Yüzünüze vura vura, ruhunuzu çala çala iflah olmaz bir yalancı... En güvendiğiniz dostunuzun, en yapmayacak dediğiniz sadakatsizliği yaptığını duyduğunuz an gibi zaman... Çocuğunuzun katiliniz olması, yaşam verdiğinizin yaşamınıza son vermesi gibi... Yaşam bulduğunuzun yaşamanızı vermemesi gibi zaman... Boğazınıza oturan bir yumru gibi zaman, burnunuza değen, gözünüzden akmayan yaş gibi... Öyle derin bir bıçak yarası...
Geçtiğiniz sokaklardan neredeyse yirmi yıl sonra geçerken geçen yirmi yılda neler olduğunu hatırlamıyorsanız eğer, hatırladığınız topu topu yirmi dakikayı geçemiyorsa böyle bir şey zaman... Yapacak hiç bir şey bırakmayan tek şey zaman... Acıyı veren zaman. Acıyı alan zaman... Anlatamıyorsunuz, engel olamıyorsunuz, tutanamıyorsunuz, inanamıyorsunuz... Ne zaman başladığınızı bir türlü hatırlayamıyorsunuz ama giderek yaklaşıyorsunuz sona...
"Ölüm"... Ölüm yüzünden dünya yaşanmaz bir haldedir... Ölüm var olduğundan insanlar bu kadar pervasız, bu kadar adi, bu kadar cesur ve cüretkardır... Zaman yandaştır ölüme... Acısını alır, kolaylaştırır, bitmez denilen her anı biter kılar, yıllara dönüştürür ve ölümle el ele yönetir dünyayı... Zamanın nasılsa geçeceğini, ölümün nasılsa geleceğini bilen insanların arınmak istediği, pişmanlık duyduğu sanılır. Oysa tam tersidir. İnsan yaşlandıkça bütün inançlarını, sorunlarını askıya aldığını fark eder. Tek bir gerçek vardır: Ölecektir... Ve ikinci bir şansı olmayacaktır. O zaman aldatabilir, verdiği sözlere ihanet edebilir, her şey için kendini affedebilir, tecavüz edebilir, çalabilir, öldürebilir... Çok geç olmadan istediklerini elde etmeye çalışır... Tanrı beklemeyebilir...
Ölüm var olduğu için insanlar utanmayabiliyor, ne olur ki intiharı seçer olur biter...Ölüm var olduğu için insanlar rahatça uyuyabiliyor, ne olur ki öldürürsün olur biter... Ölüm var olduğu için dünya bu kadar gerçek dışı, o kadar hayal ürünüdür...
Üç kısa yıl önce bugün şu anda çoktan ölmüştü Gülseren...

10 Eylül 2010

Yazılanların Okunması...

Bir şeyi farkediyorum yazdıkça ; yazarların yazdıklarını okutması hiç te kolay değilmiş!...Bence yazmanın en zor süreçlerinden biri; birilerinin yazdıklarınızı okuyor olduğunun bilinmesi...

Herhangi bir yazar ne kadar emin görünse de tamamen kurgu olmasından yazdıklarının, insan kurgu ile gerçekliğin hangi sınırda ayrıldığından ne kadar emin olabilir ki!...Ya hayal gücü ? Biliyoruz ki hayal gücü yazarın hayal gücü; yazdıklarını nasıl hayal ettiğini, kurguladığını, olayları, karakterleri, sonları, başlangıçları nasıl hayal ettiğini düşünmemek, yazarın aklı ve duyuları hakkında yargılara kapılmamak mümkün değil ve yazarın bunları yazarken hayal ettiklerinin çırılçıplak okunuyor olduğunu bilmesi çok kolay olmasa gerek...Mesala J.C.Grange'ın yazdığı cinayet sahnelerini tasarlayabilmesini dehşetle karşılıyorum ben. Her şey zihinde başlar diyorum ve bu sahneleri tasarladıktan sonra günlerce uyunamayacağını düşünüyorum...Bu nedenle de dehşete düşmeden edemiyorum bazı kurgular karşısında...Bir arkadaşım söylemişti: etkilenmiştim oldukça; D.Asena "Kadının Adı Yok" kitabında yazarı sandalyeye çırılçıplak oturtuyormuş ilk yazılarını yazdığı dönemlerde...Hangisi daha zor; çırılçıplak oturmak mı, çırılçıplak oturduğunun bilinmesi mi, çırılçıplak oturmadığının
bilinmesi mi ?

Yazanın bilincindeki imgenin okuyucunun kendi öz bilincine aktarılmasını ve yeniden kavrayabilmesini  sağlayan yazı nasıl yazılırsa başarılabilir bu? Yazarın fikrinin akla hitap etmesi beklendiği gibi  yapıta okuyanın duygusal katılımı da beklenir...Oysa yazının (sanatın) çok da mantıklı olması beklenmemeli ! Eğer yazanın (sanatçının) dışa vurumu ise yazılanlar ve yazanın hayal gücü, anıları, fikirleri de olsa hepsi yazarın imgeleridir bence...Çıplak yada giyinik farketmemeyecektir ve ne yazdığı değil ne anlatmaya çalıştığı önemli olmalı...Dilin ne anlatmaya çalıştığı ancak nasıl anlattığı ile anlaşıldığından burda yazı, sanırım diğer sanat dallarından bir parça ayrılıyor...Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlığını buna tam bir örnek görüyorum;  mantıklı değildir, fantastik de değildir,  anılarından örülmüştür, ama anlatmak istediğini "tam" anlatmıştır.Ve sanatının (yazısının) kendisini direkt seyrettirmeden fikrini, düşüncesini aktarabilmiştir...Son dönemlerde ülkemizde sözü geçen, benim çeşitli yazınlarda rastladığım dünyada 1960'lardan bu yana konuşulduğunu öğrendiğim  bir kavram var: "kavramsal sanat" Çok kısaca ; düşüncenin de sanat olduğu, sanat yapıtının fiziki yapısının (resmin, heykelin, müziğin) fikri anlatmak için sadece bir form olduğu , sanatın bakmak olmadığı, anlamak olduğu üzerine kurulu gibi.Gibi, çünkü çok fazla fikrim yok ama incelenmeye araştırılmaya değer görülüyor bence, bir kaç örnek var ilgimi çeken :
"Ses" bir sanatsa "sessizlikte" bir sanattır...Yine bunu edebiyat ile çok bağdaştıramıyorum?!..,
Joseph Kosuth, "One and Three Chairs" isimli eserinde; bir katlanır sandalye, bir sandalye fotoğrafi ve bir sandalyenin sözlük tanımının büyütülmüş halini bir arada kullanmıştır.
Bu eser;  tanımı net olarak yapılamayan şey pratikte de bir şey ifade etmez (anlamı olmaz) fikrini anlatmaktadır. Her kavramsal sanat kişinin ilgisini çekmeyebilir ama anlatılmak istenen önemli olan form değil, verilen fikirdir.Kavramsal sanat fikir iyi olduğu zaman iyidir...

Fakat şu söylenilmeden geçilmemeli yine de ; sanat "anlaşılan" değil "algılanan" bir olgudur bence birazda. Müziği dinlediğimde anlamayabilirim, sesleri ayırt edemeyebilirim ama beğenirim yada beğenmem, bir resme baktığımda ışığı, perspektifi bilmeyebilirim beğenirim yada beğenmem, tat gibi, koku gibi algının dışında bir bilgi gerektirmeyebilir...Algı belki eserin anlaşılması için kişinin ilk etkilenmesini, ilginin çekilmesini sağlayan bir  yoldur ? 
Mesela ben; yazılanların okunmasının yazmak için ne kadar zorlaştırıcı bir süreç olduğunu ama  yazmanın bir amacının da okunması olduğunu, bunu bile bile yazarken imgelerin söylenmek istenenin aynen anlaşılmasının ne kadar çıplak yada değil, ne kadar kendinden ya da hayalgücünden olabileceğini anlatırken; şiir-düzyazı-gülmece-tragedya kullanıyor olmam yazının ne kadar iyi olduğunu değiştirmeyecek mi? Form söyleyeceğini iyi anlatmak için çok gerekli ve önemli bir yol değil mi?
Güzellik, estetik bu konunun neresinde?
Güzellik bir algı sorunudur diyoruz.Güzelle değil görenle ilgilidir, o zaman bir forma bakıldığında anlaşılması bakanın algısında saklı ise, forma odaklanmak, çok gerekli değil sanki ! Formların çok güzel, çok estetik, çok ince olması gerekmeyebilir, anlatılmak istenenle herkese aynı şiddette ulaşılabilmesi sağlanabiliyorsa eğer...Yoksa formun estetiği bu anlatma için gerekli olan tek yol mu?  Çok karışık...   
Edebiyat dışında anlayabiliyorum bu ilgi çekici tarzı ama edebiyat ile yanyana koyamadım henüz bir kaç örnek dışında...

08 Eylül 2010

Üç Renk-Mavi...

Orjinal adı " Trois Couleurs: Bleu" filminden...Maviyi, müziği ve Binoche'yi sevenlere...

Yaşar usta...

Bizim Aile filminden ...Filmin yerini bilenlere, anlayanlara...


Sarhoş Atlar Zamanı...

Orjinal adı : "Zamani Baraye Masti Asbha" filminden...Dünyada sadece kendinin yaşadığını sanmayanlara...

06 Eylül 2010

Bin Muhteşem Güneş...

Yazar         : Khaled Hosseini, Afganistan
Orjinal adı: A Thousand Splendid Suns "Bin Muhteşem Güneş"

"Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima bir kadını gösterir. Her zaman. Bunu hiç unutma Meryem...Seninle benim gibi kadınlara yalnızca bir, tek bir marifet gereklidir, oda zaten okulda öğretilmez. O da tahammül. Sabretmek. Katlanmak. Sahip olduğumuz tek şey bu yeteneğimizdir....Bir erkeğin kalbi fesat, habir bir şeydir Meryem. Bir ananın rahmine hiç benzemez. Kanamaz, sana yer açmak için genişlemez." 
Okula gitmek isteyen ve sürekli babasının yolunu gözleyen Meryem'e böyle diyordu annesi "Bin Muhteşem Güneş"',de Adını İranlı şair Saib-i Tebrizi'nin Kabil için yazdığı aynı adlı şiirinden alan bu kitabı okuduğumda, ilk kez bir kitabı okuduğumda, ağladım... Çok iç acıtıyor, acındırmıyor ne kahramanlarına ne yerine koyup hayal ettiğiniz Afgan kadınlarına, ama sizin içinizi derinden acıtıyor...

"Bu şehrin ne çatılarını ışıldatan ayları sayabilirsin,
ne de duvarlarının gerisine gizlenen bin muhteşem güneşi."  

Roman, biraz  17 yy. da söylenen bu beyit ile hiç ilgi kuramadığınız Kabil'de, biraz da Afganistan'da şairlerin kenti olarak bilinen Herat'da geçiyor. Etkileniyorsunuz, dokunmak istiyorsunuz Leyla'nın kanayan dudaklarına, Meryem'in çatlayan derisine, Azize'nin çığlığına... Bilmek, bir şey yapamadıktan yapmadıktan sonra ne kadar anlamsız, can yakıcı dediğiniz zamanları çok yaşıyorsunuz... Bilmemenin, hiç duymamanın mutlu aptallığına bürünmek, dönmek istiyorsunuz... Kitabın, yazarın ilk kitabının da iki Afgan erkek çocuk hakkında oluşundan, ülkesini terk ederek ABD'ye yerleşmek zorunda kalışından, anılarından derlemeler olduğunu anlıyorsunuz, hem bundan hem zaten ülke hakkında bildiklerinizden;  diyemiyorsunuz ki yalandır diyemiyorsunuz ki yoktur bu kadınlar, diyemiyorsunuz ki geçmiştir, bir daha da olmayacaktır. Hem zaten duymayan kalmamıştır , dünya duymasa da komşu ülkelerden, medya da oradadır, oraya giden otobüs, uçak, trenler zaten doludur, yürüyüşler, gösteriler başlamıştır, yardım kuruluşları çoktan mülteci kamplarını boşaltmıştır diyemiyorsunuz... Bir daha Meryem gibi yaşamayacak kimse diyemiyorsunuz... Her sahnesi aklımda, izlemiş gibi, orada yanlarında bir hayaletmiş gibi , öyle iyi, öyle net betimlemeleri var yazarın...
"Ne demişti, o gün kapıdan çıkarken, en son ne demişti.", bazen böyle bir soruyu günlerce düşünebilir insan, bilinmesi hiç bir şeyi değiştirmese de, düşünebilir.  Bu durumu öyle güzel anlatıyor ki yazar Leyla ile birlikte düşünüyorsunuz, -ne demiş olabilirdi Tarık o anda, ne!- hiç bir şey fark etmese bile... Ömründe sadece iki kere imza atıyor Meryem. Öğreniyorsunuz ki şimdilerde Afganistan'da  kadınlar kocalarını iki kişinin tuttuğu bir örtünün altına tutulan aynadan bakarak seçiyor yada görüyor... Öğreniyorsunuz ki insan değiller onlar, sadece kadınlar...
1960'lardan başlayarak 2000' lere kadar Afganistan tarihini dönem dönem yaşatıyor size; Rusya'nın işgalini , ABD'nin Ruslar'la baş edebilmek için Taliban'ı nasıl desteklediğini, büyüttüğünü, Pakistan sınır kamplarında nasıl militan eğittiğini. Rusya'dan kurtulunca, mülteci kamplarında doğan ve Taliban eğitimlerinden başka eğitim almayan yeni Afgan gençliğinin nasıl Afganistan'ı kurtarmaya çalıştığını anlatıyor... İlk kitabında ABD'nin Afganistan'ı kurtardığı izlenimlerinden çokça bahsetse de yazar, ikinci kitabı olan bu kitapta daha farklı açılardan, daha gerçekçi, daha detaylı bir tarih yazmış... 

Kabil'in ağaçsız, kuru, yarı asfalt yarı toprak yollarını, sıcağın hala çok olduğu güneşli ikindilerini, tahta bahçe kapılı evlerini, burkalı kadınlarını, soğuk, beyaz seramik kaplı hastane koridorlarını uzun süre unutamaya bilirsiniz... Kesişen hayatlar, yaşamdan değerli dostluklar, yaşama tutunduran aşklar ve anneler!... 

İki kadın, iki anne, iki çocuk, bir koca, iki baba, bir sevgili, Taliban ve Afganistan.Yok varsaymak isteyeceğiniz bir hikaye...

04 Eylül 2010

Üvercinka.

"Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden 
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor Bütün kara parçalarında Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil  
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil."
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım
Ama ayrıca aldığın şu hayat
Fena değildir...
Üstü kalsın."


Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak

Cemal Süreya...

Üvercinka ;  Slav dillerinde kadınlar için _ka  eki kullanılıyor. Acaba C.Süreya güvercin ile _ka ekini mi birleştiriyor ? "ka" burada bana Afrika'yı da çağrıştırıyor...1958' de yayınlanan ilk şiir kitabında yer alır, aynı zamanda kitaba adını veren şiiridir. Çocukluk aşkı olan ilk eşinden ayrıldığı dönemlerde tanıştığı, Eskişehir'de dairesinde çalışan bir kadının adı olduğu da söylenir...
İkinci Yeni’nin önde gelen şair ve kuramcılardan, deneme yazarı, dergici Cemal Süreya son şiiri ; "Ölüyorum tanrım
henüz yayımlanmadan, 9 Ocak 1990’da İstanbul’da öldü; Kulaksız Mezarlığı’na gömüldü. Asıl adı Cemalettin Seber olan Cemal Süreya 1931’de Erzincan’da doğdu. Dersim harekâtı sırasında ailesi Bilecik’e sürgün edildi. 1947’de Bilecik Ortaokulu’nu, 1950’de Haydar Paşa Lisesi’ni, 1954’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü’nü bitirdi. Maliye Bakanlığı’nda müfettiş olarak çalıştı. 1965’te istifa etti ve 1966-1970 yılları arasında, dönemin en etkin edebiyat dergilerinden biri olan Papirüs’ü 47 sayı çıkardı. 1971’de yeniden Maliye Bakanlığı’na döndü. Tetkik Kurulu üyeliği, İstanbul’da Darphane ve Damga Matbaası müdürlüğü (1975) yaptı. 1978’te Kültür Bakanlığı Kültür Yayınları Danışma Kurulu üyesi oldu. 1982’de müşavir maliye müfettişliğinden emekliye ayrıldı, yayınevlerinde danışman, ansiklopedilerde redaktör olarak çalıştı. Oluşum, Türkiye Yazıları, Maliye Yazıları dergilerini ve Saçak’ın kültür-sanat sayfalarını yönetti. Politika, Yeni Ulus, Aydınlık gazetelerinde, Yazko-Somut, 2000’e Doğru dergilerinde köşe yazarlığı yaptı. Süreya’nın ilk şiiri “Şarkısı Beyaz” 1953’te Mülkiye dergisinde çıktı. Çeşitli dergilerde çıkan şiirleri, daha çok Pazar Postası’nda yayımladığı kuramsal yazıları ve ilk kitabı Üvercinka (1958) ile İkinci Yeni şiiri’nin kurucularından biri kabul edildi. Şiirin Anayasa’ya aykırı olduğunu, tabiatın ahlakı kovduğu yerde ortaya çıktığını vurgulayan şair, biçim kaygısının ağır bastığı ilk kitabında yeni bir imge ve söyleyiş peşindeydi. Enis Batur’un değerlendirmesine göre İkinci Yeni, dört dörtlük ifadesini Üvercinka’da bulmuştu. Uzun aralıklarla yayımladığı Göçebe (1965) ve Beni Öp Sonra Doğur Beni’de (1973), “kavimler kapısı” dediği Anadolu coğrafyasına ve tarihe açıldı. “Güneşten yırtılan caz, kavaldan akan gökyüzü” olarak tanımladığı şiirinin “Doğu-Batı şiirinin bileşkesi değil, çelişkisi” olduğunu söylüyor ve şu açıklamayı yapıyordu: “Erotik bir şiirdir benimki. Sanırım en belirgin özelliği budur. Dipte tarih içinde uygarlık ve varolma sorunu tartışılır. Mitler, günlük hayatın küçük olaylarına dağılarak somutlaşır.” Üvercinka ile 1958 Yeditepe Şiir Armağanı’nı, Göçebe ile 1966 TDK Edebiyat Ödülü’nü alan Cemal Süreya, Sıcak Nal ve Güz Bitiği ile 1988 Behçet Necatigil Şiir ödülünü Kazandı.
(kaynak : Atatürk Enst.BÜ)

02 Eylül 2010

Gidenler...Kalanlar...

Eylül ayını sevmiyorum. Çok ölüm var.
Yılları hatırlamam genelde nedense, ama ayları ve günleri unutmuyorum...O yüzden Eylül günlerini Eylül gelmeden düşünüyorum...
Ölüm acısının evreleri varmış; öyle der bir dostum.O evreleri geçip geçip bir daha geliyor insan bazen...İnsan unuturmu ölmüş olduğunu andığının, unutuyorum ben bazen, hatırladığımda öldüğünü yine inanmıyorum yine inanamıyorum...
Gülseren ;  En güzeli değildi kadınların, çok güzeli de değildi, başkasına sorsan güzel bile değildi belki ama güzeldi bence...Belki iyi değildi, kaprisliydi, sinirliydi, alıngandı, agresifti, soğuktu onlara göre ama benim arkadaşımdı ve hiç te öyle değildi...Kanlı canlı yürüyen, konuşan, gülen, koşan birinin "yok" olmasının anlaşılmasının beklenmesi çok acımasızca...Hiç bir şey farketmedi "dünya" için, ha bir eksik ha bir fazla. Yine dönüyor yine dönüyor...Biliyorum, birileri için çok şey farketti ama sadece O'nun için herşey değişti...Artık yaşamıyor...
Selamlar olsun O'na...
İnsanın yaşam karşısında hep kaybedecek oluşunun keskin netliği ve bunun can yakıcı bilinemez zamanlaması ! Buna rağmen yaşama tutkuyla bağlanabiliyor olmamız gücümüzden mi güçsüzlüğümüzden mi, inadımızdan mı umarsızlığımızdan mıdır anlayamıyorum...

Diğer bir dost göndermişti :

" Hangimiz Önce Ölecek".

"Her yokladığında şiddetle savuşturduğumuz 
Tetik bekleyen soğuk sancı:
Kim önce ölecek içimizden?

Kendi zehiriyle mühürlü soğuk ter
Sustukça çözülen soru
Zamanının sağlamlaştırdığı saydamlıkta
Arkadaşlar: hayat akrabalığı

Rastlantıların gizli yasası:
Seçimden zorunluluğa evrilmiş
Gizli kader ortaklığı

Yanyan çatılmış haritalar
Birlikte geçilmiş yollar
Zamanla adına dostluk denilen
Sayıma gelmez nice ayrıntı

Hangimiz ölecek ilk
Ve ardında kalanlar
Nasıl var edecek onun yokluğunu?

Hepimizin kalbini birbirimizden  habersiz yoklayan
Dilsiz kurşun, uğursuz kuşku:
Önce kim ve sonra nasıl
Sürdürecek eksilmiş toplamı
İçimizden biri ölmeden bilmek
Yokluğunun nasıl bir hayat yaptığını

Hayat eksiltememişken bizi birbirimizden
Ölüm hangimize verecek sırasını? "
M.Mungan

31 Ağustos 2010

Çelişki...devamı...

Bir zamanlar Gandhi'nin dediği gibi "Birisi hayatında bir şeyleri başka bir taraftan yanlış yapıyorken diğer taraftan doğru yapamaz, hayat bölünümez bir bütünlüktür."

"Aslında hiç bir koşul ne iyidir ne de kötüdür. Yalnızca öyledir. Bizim algılamamız onu iyi ya da kötü yapar. İyi haber şu ki; algılama bizim kontrolümüz altındadır."

"Bütün kelimelerinin arasındaki sessizliği duyacak kadar dikkatle dinleyen kaç kişi tanıyorsun."

"Bir çok insan ölene kadar nasl yaşaması gerektiğini keşfedemez."
 
"Bizler asla kendimizi gördüğümüz biçimle tutarlı olmayan eylemlerde bulunmayız.

Düşünme biçimin gerçekliğini yaratır.Neye odaklanmışsan onu elde etmek zorundasın.Ve düşüncelerin eylemlerini etkiler.Bizi yaşamımızdan alıkoyan şey dış gerçekler değil şartlarla yüzleştiğimizde tavır alma biçimimiz ve iç dünyamızdaki düşünce örgümüzdür."

"Aklının içinde dolaşan düşüncelerin sorumluluğunu üstlenmelisin.Bu da zihninde olumsuz düşüncelere yer olmadığını anlaman demektedir."

"Sadece başkalarının incittikleri insanlar ve içlerinde yaraları olan insanlar dışarı çıkar ve başkalarına zarar verirler."...

"Tolstoy'un "İnsana ne kadar toprak lazım" hikayesinde kısaca şu anlatılır ; Hayatımızı peşlerinden koşarak geçirdiğimiz şeyler gerçekte önemli değildir. Yaşamımız sonlandığında ihtiyacımız olan şey üzerimizi örtecek kadar topraktır.O zaman önemli olan geride ne bırakacağımızdır..." Robin Sharma.

Bazen reçetelerin izlenmesi gerektiğini düşünür bazen saçmalık olduğunu düşünürüm..."Yüzde Yüz Düşünce Gücü"  isimli bir kitap okumuştun uzun yıllar önce, şimdi çok doğru olduğunu düşünmüyorum kitabın fikrinin ama o zamanlar yaşamımı kolaylaştırmış olmasının asıl amacı olduğunu düşünüyorum.İnsanın yaşamış olduklarını hiç bir şey değiştirmiyor aslında, yaşam asla "olmamış" olmuyor. Sadece zaman yaşamayı kolaylaştırıyor.Kabullenilemeyen ölüm acılarından sonra alınan kimyasallar sadece geçmesi gereken zamanın geçebilmesini sağlıyor. Zaman geçtikten sonra ise "kolay" oluyor...Yaşamın bu anlamsızlığı, yanılsamaları, gerçek dışılığına mı ait olmak yoksa "güzel düşün güzel olsun" aforizmalarının arkasından giderek tutunmak mı yaşama?...Bu çelişkiye ölmeden önce karar verebilmiş olmayı merak ediyorum...

Geçenlerde aklıma geldi; "Şu an ölmem kadar yakın ihtimal seninle yolda karşılaşmamız...O kadar olası, o kadar yakın ama inanılmayacak kadar uzak,  tesadüfen karşılaşmamız..."

29 Ağustos 2010

Çelişki...

Ben çok az şeyden eminimdir...İnsanların, bazılarının, hayatın yaşanır mı yaşanmaz mı olduğundan, şevkle mi geri çekilerek mi yaşanacağından, ümitle mi beklentisiz mi, geçmişe mi geleceğe mi, hayata mı, ölüme mi yakın olacağından emin olmalarına gıpta ediyorum...Hayatın gerçekliğinden ve anlamlılığından kuşku duyarken, zamanı dolduracak eylemler ne kadar zor ise emin olunduğu zamanlarda yapılanlar o kadar kararlı, kolay olmalı!...Ama değil...Bence Hz.Muhammed (S.A.V.) burayı çok güzel tanımlamıştır:
"Hiç ölmeyecek gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış."

Hayat tamamen bu çelişki üzerine kurulu bence; herşey mümkün, hayata ne gerçek gibi ne de yokmuş gibi davranabiliriz ikisine birden inanmalıyız, ikisini birden gütmeliyiz...
İnsanların bu çelişkilerinden yola çıkıp sorun olarak topluma yansıyan zihin problemlerine, zaman zaman toplumların güçten düştüğü farkedildiğinde mantar gibi türeyen, ekonominin zayıflamaya başladığı dönemlerde pozitif bakın, gücünüze inanın, isteyin alacaksınız sloganlı reçete kitaplar ile çözümler üretilmesinden aslen hazzetmem fakat kimi zaman rahatlatıcı bulurum. Danışman, yazar Robin Sharma'ın iyilerden olduğunu düşünüyorum, bazıları:

* "Çok fazla TV izliyor, yemek yiyor ve endişeleniyordum.Bunların hepsi birinin sahip olduklarını yitirdiğinde duyması gereken acıyı duymaması için tasarlanmıştı sanki."

"Bazen sürdüğün izi daha iyi takip edebilmen için yoldan çıkman gerekir."

"Kendine karşı dürüstlüğün takip etmeli seni, tıpkı gündüzün geceyi takip ettiği gibi, olamazsın böylece kimseye sahtekar."

"Hayattaki en basit keyiflerin hayattaki en büyük keyifler olduğunu farkettim."

"Eleştirilmen kesildiğinde onlar için bir şeyler ifade etmiyorsun demektir."

"Asla kendini algıladığın biçimle uyumsuz bir davranış segilemeyeceksin."

"Her kimsen o ol ve ne hissediyorsan onu söyle çünkü seni ciddiye alanlar için çok farkedecek, almayanlar için farketmeyecektir."...( Gerçi, buna benzer anlamı veren bir cümleyi Mevlana'dan daha net söyleyen yoktur: ...)

"Bir zihin kendini yeni bir zihne bir kere açtı mı bir daha eski haline geri dönemez"

27 Ağustos 2010

İki Yeşil Susamuru...devamı...

Biri sevgiden şöyle bahsediyor kitapta ;
" Alicia'yı sahnede izliyorum.Tek kelimeyle: Rezalet! İçki ve sigara, o güzelim sesini berbat etmiş. Uykusuzluk, şahane gözlerinin çevresine halka halka çöreklenmiş.Dans ederken adımlarını yanlış sayıyor. Senkronizasyonu kaybolmuş, şarkı sözlerini de hatırlamıyor.Onu şimdi bu haliyle tanıyanlar sıradan, alkolik, yeteneksiz ve zavallı bir kadın görüyorlar; üçüncü sınıf bir sahnede. Önüne gelenle çıkıyor! Kendini ucuza harcıyor! diye düşünüyor olmalılar. Kimsenin de , onun "ölesiye sevilmiş" olduğuna inanacağını sanmıyorum.
Ben Alicia'yı başkalarının gözüyle görebiliyorum ve gördüğüm şeyin bir facia olduğunun ayrımındayım.Ama kimse, hiç kimse, onu benim gözlerimle göremiyor ve yalnız ben, bir tek ben bu ayrıcalığa sahibim! O'nun on yıl önceki taze, parlak, hayat fışkıran, şahane gözlerini, cilveli, dişi, oynak bakışlarını bilenler, unutlar şimdi.Ben Alicia'mı hala öyle görüyorum, çünkü aslı budur."
evini terkeden karısının peşinden saplantılı bir şekilde şehir şehir dolaşırken...İkinci bölümü tamamen Nilsu ile Teomanın ilişkiler üzerine kuruludur kitabın, bazen Nil ;
" Eğer onu sevmeseydim, ondan nefret ederdim.Ukala, küstah ve sıkıcı bir adam olarak görürdüm onu."

diye düşünür bazende nasıl hayat dolu, canlı, renkli, hayatını nasıl yaşanır kıldığını düşünürdü. Son için ilginç diyebiliriz, yada yazıldığı 1991 yılları için ilginçti belki ama son yıllarda öyle ilginç sonlar, başlangçlar var ki edebiyat dünyasında, çok şaşırmayabiliriz ya da ben çok gerekli, farklı bulmadım ondandır belki...
Benim için yeni bir şeyler söylemiyordu kitap ama söyleyenler için güzel bir kurgu, akıcı bir dil, şaşırtan anlam cümleleri, aforizmalar, evrensel konular hakkında güzel, düşündürücü şeyler söyleyecektir...

Buket Uzuner
İki yeşil Susamuru
Anneleri,Babaları,Sevgilileri ve Diğerleri
ilk basım: 1991...


25 Ağustos 2010

İki Yeşil Susamuru...

"Pek az kadınla-erkek birbirlerinin ruhlarını bedenlerinden önce çırılçıplak görebilir." s.229 "İki Yeşil Su Samuru" B.Uzuner.
İnatla okudum kitabı...Sabırla bekledim o cümleyi...Bu blogda ilk cümle olma ayrıcalığını taşıyan o cümleyi sakince bekledim...Teo ve Nil hangi zamanda söyleyecekler, kim kime söyleyecek, birinin ruhunu görmek nasıl olmuş, neye benzetilmiş, hangi durumdan ilham alınmış, aramak bulmak ilginçti...Belki daha ilginci ; cümlenin sayfa 229'da yer almasıydı.Sayıların kendi arasında toplamı :13... 
Cümle bana  ilk 1996'da söylenmişti, 13 yıl söyleyen kişiye ait olduğunu sanmıştım...Cümleyi 13 yıl sonra tekrar düşündüm, okudum, alıntı olduğunu öğrendim...
Kitabın kahramanlarından Teoman "İnsanların yaşamlarını değerli kılın ve bunu onlara hissettirin.Böylece uzağa göçmek istemeyeceklerdir". diyordu.
Bunu şiddetle inanarak söylüyor, politikacıların mutlaka çok okuyan, kültürlü, felsefe ve psikoloji bilen insanlar olması gerektiğini , silahların azaltılmasını aksi takdirde ülkede kargaşanın bitmeyeceğinde ısrar ediyor, şiddete karşı, sol, yeşilden ve çevre sorunlarından yana doğayı merkez almış, bu temellere dayalı bir parti kurup kuramayacağını düşünüyordu...
Sol fraksiyondan ütopyacı olarak bilinen Teoman ; Annesine oldukça bağlı, ona hayran, her yaptığını, düşündüğünü doğru bulan kırklı yaşlarında , iyi eğitim almış bir mühendistir. Hiç mühendislik yapmamıştır. Paranın çoğu zarar felsefesi ile yaşamış, istediği yeşiller partisini kurmuş, iki kez evlenmiş her bir eşinden birer çocuğunun ihtiyaçlarını karşılamayı hiç aksatmamıştır. Nilsu ile tanıştığında aralarında tam 13 yaş fark vardı...
Nilsu; Modern, kültürlü, iyi eğitim almış, babasını aşkla seven, annesinin babasını terketmesiyle annesini sevmediğini düşünen, onunla iletişimini gün geçtikçe azaltan "terkedilme" saplantısıyla yaşayan, kendini sevmekte zorlanan on beş ile otuzlu yaşlarının anlatıldığı bir mimardır.İyi bir lise, iyi bir fakulte ve başarılı çalışma hayatıyla kendi şirketini kurmaya kadar giden kariyer, mutlaka kendinden 10-20 yaş büyük erkeklerle beraber olduğu, hep kendisinin terkettiği, gerçekten hala hiç aşık olmadığını düşündüğü bir duygu yaşamı içindedir...Bu iki yeşil su samuru ve onların anneleri-babaları-sevgilileri ve diğerleridir anlatılan...
" İnsan karakterini yaşamalı aksi halde başkasının hayatını yaşıyor demektir"
diyordu ve aldırmıyordu kendisine gülenlere, ütopyacı olduğunu düşünenlere Teo. Diyordu ki;

"herkes kendi kendine hesap verecektir sonunda...
"
Annesi intihar etmiştir.İntihar nedir diye sorduğunda ona ;
"İntihar, kendi ölümünü seçebilmektir Teo!" demişti. "
Felsefenin tek ciddi ve gerçek sorunu vardır: İntihar! Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığı felsefenin temel sorunudur"
diyen Camus alıntı notlarını annesinin kitapları arasında bulmuş, daha pek çok alıntı notlarını bulabilmek için düzenli olarak annesinin kütüphanesine kapanır olmuştu sık sık ölümünden sonra...

Kitabın yarısından fazlasında Nilsu'nun gençliği, ilk sevgilisi, kardeşi, babası, babasının sevgilisi ile olan ilişkileri özellikle babasının sevgilisi ile olan ilişkileri ve bu ilişkiler üzerinden aşk, sevmek, korkular, hayaller ve tüm bunların bir insanı nasıl şekillendirdiğidir anlatılan.Teo'nun yaşamından kesitler bu aralarda verilmiş, ilerde tanıştıklarında Nilsu'nun Teoman'dan duyacağı bir çok şeyi " Teo'da böyle düşünüyordu" şeklinde daha o zamandan veilmesi güzel bir akıcılık katmış kitaba...İkinci yarısından sonra, Teo ve Nilsu'nun kendi hayatlarından aldıklarını nasıl ortaya koyduğu, bir alıp bir verdiği, hem birlikte hem teker teker olabilmeleridir anlatılan...

Ortak acıları intihardı...Bunu anladıklarında birbirlerinin ruhlarını bedenlerinden önce görebildiklerini anlamışlardı...Nilsu'nun da ilk sevgilisi intihar etmiş, ilk sevgilisine yıllarca ilgisini çekmek için annesinin intihar ettiğini söylemiş bir daha da gerçeği açıklayamamıştı...
"Sevmek, bazen dokunmaktır Nilsu, İnsan en çok sevdiğine dokunmak ister"

diyen babasının sevgilisi her daim yanında olmuş, her zaman en yakın arkadaşı olarak O'nu desteklemişti..
"Sahip olunan şeyin değeri yiter Teo"
diyen annesi yüzünden sahiplenmemeyi bir ilke haline getirmişti Teo.Bu yüzden ilk kez kendisine; ilk karısını parmaklıklar ardında gördüğünde çok kızmış, "O'na sahip çıkmalıydım" diye düşünmüştü.
Annesinin mektup arkadaşından annesinin mektuplarını almaya gitmiş ama şiddetli ısrarından sonra asla alamayacağını anlamıştı.
" Hayallerimiz, en saklı yüzümüze tutulan aynadır bence"
diyecekti N.G.
"Düşünmeyi, daha doğrusu düşünmeninde bir eylem olduğunu"
annem öğretti bana deyip annesini anlatmaya devam ediyordu N.G'ye.
" Annesi, babası, çocuğu, sevgilisi, arkadaşı kim olursa olsun, bir insan, öbürüne ulaşmak için göze aldıklarıyla sevilir.Öbürüne ulaşmak yürek ister.Göze alabilmek ister."

diyen N.G.' nin bunu neden söylediğini uzunca zaman düşünmüş ama bulamamıştı.İkinci sigarasını yakmadan önce annesinin sözleri gelip aklına :
"Birinin iyi niyetini istismar etmek, o iyi niyetin başkalarına sunulmasını da yok eder." vazgeçmişti.

Teoman hayat doluluğu ile intiharı anlamaya uğraşırken , annesinin intihar ettiği yalanını devam ettiren Nilsu babasının sevgilisinden hem nefret ediyor hem ne kadar iyi, zeki, kültürlü biri olduğunu düşünüyor, onun gibi mimar olmak istiyordu.
" Ben yaşamı seçerdim, bunu seçecek kadar şanslıyım, güçlüyüm.Ölüm bir sondur, çözüm değil.Aslolan yaşamaktır, yaşatmaktır Nilsu"
diyordu sohbetlerinde.
" Fiziksel hastalığı olan aspirin yada tylenol alır, ruhu ağrıyansa karar alır.Öyle yaptım !"
diye yazan ilk sevgilisinin kendi intiharını hazırladığını anlamaya başlamıştı Nilsu...
...